Analiz
1961 senesinde yedek subaylığımı yapmak üzere Kars’a topçu alayına tayinim çıktı. Dere içinde de tümen kumandanlığı vardı. Oraya satın alma komisyonuna vazifelendirildim. Üst rütbeli subaylarla görev yaptım. Benim İmam-Hatipli olduğumu öğrendiklerinde hepsi:
Camide ayakkabı ile namaz kılsak ne olur?
Sandalyede namaz olmaz mı?
İçki içilmesinde ne mahsur var?
Kadınlar erkeklerle beraber niçin namaz kılamazlar?
Sorular... Bu sorular karşısında kendi kendime düşünmeye başladım. Bu kadar basit meseleleri büyüten bir toplum beni korkuttu. Kendimi bir başka ülkedeymişim gibi hissettim. Yalnızdım. Dertleşecek başka bir arkadaşım da yoktu.
Talebelik yıllarından beri yazıp çizen bir arkadaşım vardı. O aklıma geldi, kendisine:
Biz toplumun içinde yabancı gibiyiz. Müslüman olduklarını söyleseler de inançlarını bilmiyorlar. İnandığımız İslâm’ı tanıtmalıyız. Bunun için de bir mecmua çıkaralım... diye bir mektup yazdım.
Halit Güler’e yazdığım mektup ulaştı mı ulaşmadı mı bilmiyorum. Bildiğim, askerlik dönüşümde “İslâm’ın ilk emri Oku” isimli mecmuanın içinde kendimi buldum.
Halk; mecmua, kitap hatta gazeteye bile alışık değildi. İlk çıkış anında zorlandık. Yaşatmak için cami önlerine abone olduk. Köylere kadar uzandık. Sonra meselemizi anlattık. On bin aboneye kadar uzandık.
Arkadaşlar, bir cihat vazifesi yaptıklarına inandılar. Hepsi gayretli, hepsi fedakârdı. Harbi olarak vazifelerinin başındaydı. 1980 yılına kadar devam eden bu gayret ihtilalle sona erdi. İslâm’ın ilk emri Oku kapandı. Bir öncülük yaptılar, daha sonra Türkiye’de mantar gibi bittiler, her eve İslâmı sokma noktasında vazifelerini yaptılar. Maya tuttu. Hamurunda ekmek yenir oldu. Gazeteler onları keşfetti. Köşeleri onlara açtı, Türkiye İmam-Hatipli fikirleri ile doldu.
İlk çıkışlarında zorlandılar. Pıtıraklı tarlada yürüdüler. Sonra da selamete erdiler. Ama bu rahatlık onları böldü. Bir bölümü, devlet gücünden istifade etmek için adına sağcı denilen kadrolarda yer aldı. Bazısı, devlet-millet kaynaşması diyerek milliyetçi saflarda kendini buldu. Bakan oldular. Başbakan oldular, devleti yönetir hale geldiler. Sistemin kurallarını yürütmekle görevli oldukları için inancı adına bir şey yapamadılar.
Bir üçüncüsü ise, salt İslâm-Kur’an yolunu seçtiler. Kulluk bilincini esas aldılar. Partilere itibar etmediler. Onları Allah’ın ifade ettiği tağût olarak gördüler. “Tağuta mı, Allah’ın emrine mi” sorusunda “Allah’ın emri” diyerek cevap verdiler. Kur’an ve Sünnet emrini içten özümsediler.
Bu dava hep vardı. Yolunda mücadele edenler ve o uğurda ölenler vardı. Biz o davanın bir kenarından tutunmak için gayret ettik. Hâlâ da yaşıyoruz. Toplumun yaşayışını değiştiremedik. Karşımızda “Sistemi biz kurduk” diyen solcular, sistemin bekçileri vardı. Onlara su taşıyan sağcılar ve milliyetçiler vardı. Öylece de devam etmektedir. Sisteme karşı inancı sulandırmak için hepsi elbirlik olup çalışmaktadırlar. Dün bana sorulan, bütün bir millete sorulmakta.
Bunu soranların ekserisi de inandık diyenlerden gelmektedir. İnandık diyenlerin özelliği, inanırlar, inandıklarını fiiliyatta da yaşarlar, inançlarının ölçüsünü almak için, “Sistemin yapısı ve işleyişi hakkında Allah ne söylüyor. Peygamber ne diyor?” sorusunu kendilerine hiç sormazlar. Hatırlatınca da ne yapalım, sistemi biz kurmadık, onlar olacağına biz olalım. Ehveni şer ile hareket ederler.
Demek istediğimiz, sosyal hayata atıldığım 1960 yılından beri değişen bir şey yok. Sadece figüranları değişiyor, değiştikçe de inananlara zulüm artıyor. Bir avuç Kur’an Müslümanları da radikal diyerek safdışı bırakılıyor. Bırakanlar da inanmayanlar değil, inandım diyenler.
Benim gözlemlediğim bu, Müslümanım diyenlerin hali bu. Analiz yaptıklarım da bunlar.