Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Türkiye, Said-i Nursi’nin Dindar Cumhuriyetine Muhtaç

Türkiye, Said-i Nursi’nin Dindar Cumhuriyetine Muhtaç

Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyet” fikri, ilk Meclis’in çoğunluğunun “din-i mübin-i İslâm üzere vatan-ı İslâmiyeyi kurtarmak” üzere toplanan şeyh, ulema ve müftü gibi din adamlarından teşekkül etmesinin ve askerlerin bu birlikteliğe katılmasının verdiği ümitten doğmuştu. Bu ümit kısa sürecektir.

M. Kemal’e yazdığı mektup ve dâvet edildiği Meclis’te dağıttığı bildiri, sükût-ı hayâle uğramak endişesindendi. “Âlem-i İslâm Kahramanı Paşa Hazretlerine” diye başlayan mektubun fikrindeki şecaat ve ateş, ümitle ve şüphe arasındaki kaygılı tavrını gösteriyordu.

“Hutuvat-ı Sitte” adlı risalesinin 4. Hatvesinde (adım) “sizi idare eden ve bana muhasım vaziyeti alanlar ki, Anadolu sergerdeleridir, maksatları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir” diyerek, Kuvvacıların içinde laikçi bir cumhuriyet niyetinde olanların varlığına dikkat çekiyor.

Hile ile ilân ettirilen laikçi ve kâtil cumhuriyetin sinsi ve takiyeci bânilerini sezmiş olacak ki, 1924 sonrasında başlayan “devrimci” zulümler onu haklı çıkarmıştır.

Prof. Dr. Cemil Koçak, “zaman, 1922’de Atatürk’e mektup yazan Said Nursi’yi haklı çıkarmıştır” diyor.

Yalan söyleyen Kemalist tarih karşısında âli bir hakikati ifade eden bu muhteşem söze selâm durmak gerek.

Mektubunda öncelikle devletlûnun namaz kılmasının şart olduğunu söylemesi, milletin asırlardır dindar devlet ve idarecilerle yönetilebileceğine inanmasıdır. M. Kemal’e dindar bir cumhuriyet yolundan ayrılmayınız demek istiyor.

“Ey Şânlı Gâzi! Zât-ı âliniz muzaffer ordunun ve muazzam Meclis’in şahsiyetini temsil ediyorsunuz. Sizin bu başarınız ve büyük hizmetinizi takdir eden müminler, sizi ciddi sever ve minnettardırlar. Şüphesiz namaz belli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır (Nisa Sûresi, 103) Siz de İslâm’la ahretinizi güçlendiriniz İslâm’a bağlılığınızı ortaya koyun. Kur’an’ın açık ve kesin emri olan namaz gibi farzları yerine getirmeniz gerek. (...) Bu milletin Müslüman toplulukları o kadar ki bir cemaat namazsız kalsa sapkın günahkâr olsa bile yine de başlarındakini dini bütün görmek ister. Hattâ bütün Kürdistan’da, görev verilen memurlara yönelik ilk önce sorulan soru şudur: Acaba namaz kılıyor mu? Namaz kılan memurlara kesinlikle güvenirler, kılmayan memurlar ne kadar başarılı olsa bile onlara göre suçludur. (...) İttihatçılar, İslamın uyanışına sebep olduklar, fakat dinde kısmen lâubalilik gösterdikleri için millet onlardan nefret etti.”

Laikçi cumhuriyetin ilân ettirilişinden sonra da cumhuriyet üstüne fikirlerini söylemeye devam eder. Söz muhatabını biliyor:

“İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmı verir, istibdat-ı mutlakı rejim altına alırsanız, sefahat-ı mutlaka medeniyet ismi verirseniz, cebr-i keyf-i küfriyeye kanun ismi takarsanız cumhuriyeti üzmüş, incitmiş, hasta etmiş olursunuz.”

Afyon Hapishanesi’nde tutuklu iken, cumhuriyet bayramı kutlamalarında onun koğuşuna tahrik için Türk bayrağı asarlar. Laikçi despot cumhuriyetin hapishane müdürüne bir not yazarak tokat gibi cevap verir:

“Müdür Bey size teşekkür ederim ki, ...bayrağı benim koğuşuma taktırdınız. Hareket-i Milliye’de İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvat-ı Sitte eserimi tab ve neşr ile belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, M. Kemal şifre ile iki defa Ankara’ya taltif için istedi. Demişti ki: ‘Bu kahraman hoca bize lâzımdır.’ Demek ki benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır.”

Said-i Nursi’nin cumhuriyeti, dindar bir cumhuriyetti. “Cumhuriyete taraftar olmanın ‘selef-i salihine’ karşı olduğu anlamına gelmez. Hulefa-i Râşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-i Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmündedir. Fakat mânasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyeti şer’iyyeyi taşıyan mâna-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

Onun cumhuriyet anlayışı Kur’an’da zikredilen “adalet” üzeredir, kuvvetin kanunda olduğu bir cumhuriyettir. “Kuvvet kanunda olmalı yoksa istibdad tevzi olunur.”

İttihatçıların Meşrutiyet’inin istibdada dönüşmesinde acı tecrübeler yaşanmış ve Meşrutiyet Müslüman milletin yapısına göre bir idare olamamıştır.

Bu bakımdandır ki ilân edilen cumhuriyetin istibdada dönüşmesi tehlikesini sıkça hatırlatır. Keza Kemalist cumhuriyet bir süre sonra istibdadın en şedidinin yaşandığı bir rejim hâline gelmiştir.

Onun cumhuriyetinin temel özelliği Kur’an’ a uygun, Hz. Peygamberimizin takip ettiği “meşveret”tir. Kanunlar meşveret ile milletin yapısına göre alınacak kararlarla ortaya konmalı.

Türkiye, devletiyle, ordusuyla, Türküyle, Kürdüyle, Alevisiyle dindar bir cumhuriyetin kucağında ne kadar huzur ve barış içinde olurdu, öyle değil mi?

Herkesin kendi dindarlığının buluştuğu bir cumhuriyetin şefkatli kucağında yaşaması hayâl midir? Çatışmalı modern toplum yapısının ayrılıkçılığı körükleyen tahribatının olmadığı bir dindar cumhuriyet Müslüman insanlığın “Simeranya’sı” olmaz mıdır?

Müslüman Türkiye’nin gönlünde ve dimağında cumhuriyetin altı ilkesi ve Nutuk yer edinmiş midir? İslâm’dan neşet eden değerlerle oluşmuş millet, Said-i Nursi’nin dindar cumhuriyetinin hasretini çekiyor.

SAİD-İ NURSİ’NİN MİLLÎ MÜCADELE’YE HİZMET ETMEDİĞİNİ SÖYLEYENLERE!...



Kemalistler, onun Millî Mücadele’ye bizzat katılmadığını ve İstanbul’da ikamet ettiğini söylüyorlar. Onun cevabı nettir: “Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum.”

İstanbul Hükümeti’nin kendi şartlarına uygun aldıkları fetva ile M. Kemal ve etrafındakileri “dinsiz” ve “hain” ilân ettikleri, İngilizlerin bu fetva ile İslâm âlemine fitne sokmaya başladığı sırada “Hutuvat-ı Sitte” adlı eseriyle bu fetvanın ilmen geçersiz olduğunu beyan ederek Millî Mücadeleye büyük hizmet etmiştir.

Kuvvacılar, Türküyle, Kürdüyle Anadolu’yu arkalarına almakta onun bu risalesinden faydalanmışlardır.

Millî Mücadelenin önemli dinî kanaat önderlerinden Şeyh Senusi Kürtçe bilmediği için, M. Kemal’in “bu kahraman hoca bize lâzım” demesinin ve onun Doğu Genel Vaizi olmasını istemesinin altında tesiri büyük olan bu risale yatar.

İngilizlere, yani sömürgecilere karşı tek başına “Hutuvat-ı Sitte” adlı risalesiyle meydan okumuş ve milletin Millî Mücadeleye katılmasının gerektiğini anlatmıştır.

Hutuvat, şeytanın aldatmaları demektir. İngiliz Anglikan Kilisesi’nin İslâm âlemine altı soruyla İslâmların geriliğini ve Müslümanları ancak kendilerinin koruyabilecekleri şeklindeki aldatan propagandasına karşılık bu başlığı seçmiştir.

Hutuvat-ı Sitte: Altı adım, şeytanın altı adımı, yani İngilizlerin altı adımı demektir. Bu önemli risaleye “Euzû billahî mineş şeytani er racim” diye başlar:
“Sanki insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için (...) propaganda işletiyor...”

Risalenin 4. hatvesinde İngilizlere “Ey ekpekü’l küpeka! Köpekten terekküb etmiş köpek!” der.

İngilizlerin Müslümanlar arasına fitne sokmak, ümitsizliğe düşürmek için giriştikleri faaliyetleri yok etmek, İslâm âlemini uyandırmak için yazdığı risalede işgâlcilere korkusuzca gür hitabıyla “melûn, kâfir, mütecaviz” diye hitap eder:
“Senin rağmına yaşayacağız, Müslümanca yaşamak istiyoruz.(...) Hınzır, hayvan. Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur.”

Risalesinde “Kuva-yı Milliye harekâtının kendisi değil, onu sevk ve idare eden bâzılarının niyeti Anadolu’yu kurtardıktan sonra hilafeti kaldırıp yerine dinsiz laikçi bir rejim inşa etmektir. İşgâle karşı Kuvvayı desteklemek, onu idare edenlerin niyetini ayrı tutmak gerektiğini” açık yüreklilikle belirtir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi