AK Parti davası, Ankara kriterleri ve 'korkut-yönet' stratejisi

AK Parti davası, Ankara kriterleri ve 'korkut-yönet' stratejisi

DüNYA siyasetinde belirleyici güce sahip olan devletlerin; uluslararası düzeni bir hâlden, başka bir hâle dönüştürmeleri mümkündür. Tarihin dönüm noktaları (uluslararası ilişkiler ve hukuk sistemi açısından) son derece hassas olan, hatta ülkelerin istikbâlini belirleyen noktalardır. Tarihin dönüm noktalarından birisi olan 1989 yılından itibaren Türkiye’yi yöneten kadroların; resmi ideolojiye olan imanlarını korumak ve ortaya çıkan yeni dünya düzenini dikkate almamak için, adetâ bin dereden su getirdiklerini söylemek mümkündür. İki kutuplu dünyanın simgesi olan “Berlin Duvarı” yıkılırken; Türkiye’nin stratejik hedeflerini tesbit etmek yerine, üniversitelerde okuyan ve inançları gereği başlarını örten kız öğrencilerin niyetlerini sorgulamaya, hatta onları cezalandırmaya gayret eden ‘zinde güçlerin’ sanayileşmiş ülkelerin küresel hegemonya ihtiralarına karşı çıkmaları kolay değildir.

Cumhuriyet Başsavcısı’nın hazırladığı ve Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu; 'Ak Parti’nin, laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiği’ gerekçesi ile kapatmatılmasını talep eden iddianamesini dikkatle tahlil ettiğimiz zaman, bürokratların ‘ezberlerini bozmadıklarını’ söylememiz mümkündür. Din-Devlet-Siyaset üçgeninde yer alan dünya görüşünde; Bizantizm’i esas alan, din adamlarını “Devlet Memuru”, camileri “Devlet Dairesi” haline getiren zihniyetin, laiklik felsefesini ve akla dayanan lâik ahlakı koruması mümkün değildir. Bazı sivil ve asker bürokratların dini ve hukuki değerleri ‘egemenlik ihtiraslarına kurban etmeleri’, Türkiye’yi yeni bir yol ayırımına getirmiştir. 28 Şubat sürecinde; İslâm fıkhı'nı “öncelikli tehdit”, mütedeyyin müslümanları da “mürteci” ilân eden zihniyetin, geçtiğimiz aya damgasını vurduğunu söylemek mümkündür. Türkiye’de ‘lâiklik-şeriat-İrtica’ gibi; keyfiyeti harkese göre değişebilen kavramları kullanan, egemenlik ihtiraslarını tatmin etmek için ‘Darbe Senaryoları’ yazan zinde güçler, Ak Parti iktidarını köşeye sıkıştırmışlardır. Geçtiğimiz yılın Nisan ayında başlayan ve erken seçim kararı ile dondurulan siyasi krizi hatırlamakta fayda vardır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın yaptığı basın toplantısında (12 Nisan 2007) ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ‘Harp Okulları’nda yaptığı konuşmada (13 Nisan 2007) cumhuriyet rejimi için öncelikli tehdit sayılan ‘Ilımlı İslâm’ ve ‘Etnik- Kürt Milliyetçiliği’ konusunda, Amerika’yı ve Avrupa Birliği ülkelerini suçlu ilân etmişlerdir. O tarihten itibaren medya aydınları ve köşe yazarları ‘Ilımlı İslâm’ konusunda(!) değişik komplo teorileri üretmeye başlamışlardır. AK Parti’nin kapatılması ile ilgili İddianame’de’, bu komplo teorilerine geniş yer verildiği görülmektedir.

KOMPLO TEORİLERİ VE ARMAGEDDON SAVAŞI

Türkiye’deki bir grup kanaat önderi ‘ABD’nin Türkiye’de bir İslam devleti kurmak istediğini’ iddia ederken, bir başka grup ABD’nin ‘Ortadoğu’nun petrolüne ve enerji kaynaklarına el koymak’ için savaştığını ileri sürmektedir. Aktüel siyasi tartışmalara bakınca, aynı konuda birbirine taban tabana zıt komplo teorilerinin havada uçuştuğunu, bu teori sahiplerinin ‘bu işte bir gariplik yok mu?’ sualini kendilerine sorma ihtiyacını hissetmedikleri görülmektedir. ABD ve özellikle de George W. Bush yönetimi hakkında ortaya atılan komplo teorileri, birbirine taban tabana zıttır. Türkiye’deki bir grup ‘kanaat önderi’, Washington’daki güç odaklarının Türkiye’de bir İslam devleti kurmaya karar verdiğini, AKP iktidarının ise bu karanlık planı hayata geçirmek için göreve gelmiş bir ‘taşeron’ olduğunu ısrarla savunmaktadırlar. İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde sık sık, ‘laik ve bağımsız bir Türk ulusuna diş geçiremeyeceğini anlayan emperyalizmin şeriatçılığı tercih ettiğini’ savunumaktadır.Halbuki Amerikan halkının büyük çoğunluğu protestandır ve onlar arasında da en büyük gurubu Evanjelikler teşkil etmektedir. Evanjelikler arasında ‘Hıristiyan Siyonistler’ olarak da adlandırılan bir guruba göre; Kudüs’ün doksan kilometre kuzeybatısında bulunan Magiddo Ovasın’da yapılacak “Armegaddon Savaşı’na” hazırlanmak, her Hıristiyanm kutsal görevidir.

ABD eski başkanlarından Ronald Reagan döneminde, kendilerine ‘New Christian Right’ adını veren Evanjelik-dispensasyonalistler, Armegaddon’un nükler bir savaş olacağı tezini ortaya atmışlardır. O tarihten itibaren; İsrail’in nükleer silahlara sahip olması için, ellerinden gelen gayreti sarfettikleri bilinmektedir. Protestan/Avenjelik mezhebine mensup olan George W. Bush’un, bazı İncil’lerde geçen ‘Şer üçgeni’ tabirini ısrarla kullanması ve yeni bir ‘Haçlı Seferi’nin’ başladığını ilân etmesi, ABD’nin Ortadoğu politikasını tesbit açısından önemlidir. Felluce katliamını gerçekleştiren ABD askerleri’nin, tanklarının namlularına haç takmalarının sebebi nedir? Kapitalistlerin sadece dini gerekçelerle bu savaşı başlattıklarını iddia etmek doğru değildir. Elbette petrole ve enerji kaynaklarına el koymak, dünyayı kendi yönettikleri bir süpermarket haline getirmek, ABD’nin önemli hedeflerinden birisidir. Bütün komplo teorilerinde ve siyasi analizlerde, sistematik şüphenin ön planda olması gayet tabiidir.

Tarih boyunca adaleti hafife alan ve insanları birbirlerinin kurdu haline getiren gizli örgütler, çirkin fiillerin ve şüphelerin yayılmasına vesile olmuşlardır. Başta Ergenokon olmak üzere; Göktürkler ve Atabeyler gibi çetelerin, ‘ılımlı İslâm’ çerçevesinde uydurulan komplo teorilerini yaymakla meşgul oldukları malûmdur. Zulmün ve kötülüklerin yayılması için gayret sarfeden mütrefin (haramzâde zenginler) zümresinin önde gelenleri, fesadı yayabilmek için birbirleriyle yarışmaktadırlar. Soğuk savaş döneminden sonra, ABD ve müttefiklerinin ‘insanlığı uygarlaştırma misyonunu üstlendiklerini’ bütün dünyaya ilân ettikleri bilinmektedir. Küreselleşme, evrensel hukuk , demokrasi ve açık toplum gibi şifreler ile kendi hakimiyet teorilerini şekillendirmeye gayret etmektedir. Anarşist filozoflardan Noam Chomsky’e göre; “ABD’nin demokrasi ve açık toplum ideallerini bütün dünya ile paylaşma iddiası, yeni sömürgeciliğin çağdaş versiyonundan başka birşey değildir. ABD’nin dış politikası, içinde Amerikan şinketlerinin gelişip büyüyebilecekleri milletlerarası bir düzen kurmak ve devam ettirmek için tasarlanmıştır."

ABD’nin, kendisini insanlığın en gelişmiş değerlerinin temsilcisi olarak gördüğünü söylemek mümkündür. İnsan hakları, özgürlük, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi gibi plastik kavramlar, açık toplum ideolojisinin değişmeyen şifreleridir. özgürlükten anladıkları, insan ile hayvan arasındaki farkı asgariye indiren, aile sistemini zaafa uğratan ve şehvetlerinde sınır tanımayan insanların, kendi hakları ile ilgili olan düzenlemelerdir. Evrensel hukuk teorileri, sadece gelişmiş ülkelerin vatandaşlarına tanınan bir imtiyazları gündeme getirmektedir. Demokrasi, çok uluslu şinketlerin kontrolünde bulunan medyanın oluşturduğu kamuoyu, bürokrasi ve diğer işbirlikçi zümrelerin atadığı yöneticilerin seçiminden ibarettir.

MüSTEKBîRLERİN ‘KORKUT VE YöNET’ STRATEJİLERİ

Türkiye’de yaşayan insanların en iyi bildiği siyasi teorilerden birisinin ‘böl ve yönet stratejisi’ olduğunu inkar etmek kolay değildir. İlkokuldan itibaren insanların zihinlerine kazınan strateji budur. Her fırsatta ‘Dünyadaki büyük devletlerin ve gizli güçlerin, bizim gibi daha küçük ülkeleri bölerek yönetmek istedikleri’, tartışılması mümkün olmayan bir hakikat gibi sunulduğu malûmdur. Ancak sivil ve asker bürokratların, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren uyguladıkları ‘korkut ve yönet’ stratejisi üzerinde hiç durulmamıştır. Filozof Friedrich A. Hayek’in “Esarete Giden Yol” isimli eseri veya George Orwell’in “1984” adlı romanı gibi klasiklerde, müstekbirlerin “korkut ve yönet” stratejisinin nasıl uygulandıkları izah edilmiştir. Bu stratejinin en başarılı uygulamaları, Nazi Almanyası veya Stalin Rusyası gibi totaliter rejimlerdir. Bütün totaliter ve otoriter rejimlerde, insanların sistematik biçimde korkutulmaları ‘devlet politikası’ olarak benimsenmiştir. Vatandaşlarına parya muamelesi yapanlar, ‘ülkelerini bölüp yöneten’ dış güçler değil, ‘korkuyu yaygınlaştıran iç güçlerdir. Muhakkak ki ‘1984’ bir kurgu romandır. Nazi ve Sovyet rejimlerini de marjinal örnek olarak değerlendirebiliriz. Ancak bu gibi modellerde yüksek dozda uygulanan ‘korkut ve yönet’ stratejisi, başka ülkelerde daha düşük dozda da olsa kullanılmaktadır. Bunları aklımızda tutarak günümüz Türkiyesi’ne baktığımız zaman; iktidar partisi olan AK Parti kadroları dahil, her siyasi hareket için ‘Korkut ve Yönet’ stratejisi uygulanmaktadır. Türkiye’de yaşayan insanlar, yıllardır resmi ağızların kullandığı , ‘iç ve dış düşmanlar ‘tesbiti ile korkutulmaktadır. Türkiye’nin ‘stratejik ortağı’ ABD’nin veya AB ülkeleri’nin Türkiye’yi bölmeye karar verdiğini, İstanbul’un yakında ‘Bizans’ın başkenti’ olacağı söyleyen bürokratlar, bu ülkelerin fonlarından faydalanmayı da ihmal etmemektedirler. AB’nin bazı dayatmalarına karşı ; "Kopenhag kriterlerinin adını ‘Ankara Kriterleri’ olarak değiştirir ve yolumuza devam ederiz' diyen Ak Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Ankara kriterleri’nin neleri beraberinde getirdiğini yeniden düşünmek zorundadır. Resmi ideolojiye iman eden ve ‘hikmet-i hükümet’ felsefesini savunan bazı sivil ve asker bürokratlar, egemenlik ihtiraslarını tatmin için Türkiye’yi “Korku Cumhuriyetine” dönüştürmeye karar vermişlerdir. Yaşadığımız hadiselerin özeti budur. Türkiye’deki her kesim için farklı bir korku kaynağını tesbit eden derin devlet çeteleri, kendi ihtiraslarını tatmin etmektedirler. 28 Şubat Süreci’nde “Refah Partisi’nin militanları silahlanıyorlar, İran tipi ayaklanmalar olacak” şeklindeki paranoyaları doğru çıkmasa da, ‘irtica’ korkusu bazı insanların kalplerine sinmiş durumdadır. Daha da enteresan olan nokta şudur: ‘İrtica’dan korkanlar’ ile ‘Batı’dan korkanlar; eskiden iki ayrı kesim iken, son yıllarda giderek birbirlerine yaklaşmış, hatta iç içe geçmiş durumdadırlar. Hepsi topluca Avrupa Birliği sürecinden, AK Parti iktidarından ve aslında ‘halkın tercihlerinden’ korkmaktadırlar. Yaşanan bu korkuların kaynağı nedir? Bunların kaynağı ‘ tek şeflik döneminde’ insanlara uygulanan korkutma taktiklerinin, refleks haline dönüşmesidir. Halbuki Türkiye’nin ölüm-kalım savaşı verdiği yıllarda bile; İslamcı şair Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’na “Korkma!” diyerek başlamış ve insanların mücadele azmini ön plâna çıkarmıştır. İslâm fıkhı’na meydan okuyan, mütedeyyin müslümanları ‘mürteci’ ilân eden ve ısrlarla ‘Korkmamızı’ tavsiye eden müsterbirlere karşı mücadele vermek, anın vacibidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi