Erbakan’ın hayalleri, hayalperestliği...

Erbakan’ın hayalleri, hayalperestliği...

Erbakan Hoca’yla Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisi olduğum 1979 yılında tanışmıştım.
Hoca o tarihte MSP’nin lideriydi.
Başbakan Demirel’in başkanlığındaki azınlık hükümetini de dışarıdan destekliyordu.
Hoca’nın o zamanlar Cumhuriyet’e sempati beslediği söylenebilirdi. Bu sempatinin altında ise o zamanki Cumhuriyet’in Amerikan karşıtı, antiemperyalist havası, ekonomideki devletçiliği ve tabii AP lideri Demirel’e muhalif yayın çizgisi yatıyordu.
Erbakan Hoca, Uğur Mumcu’yla beni ara sıra Ankara’daki evinde öğlen yemeğine çağırırdı. Ayakkabılarımızı çıkartır, terliklerimizi giyer, huzura kabul edilirdik.
Rahmetli Uğur Mumcu’yu sık sık gülme krizi tutardı bu yemeklerde.
Çünkü Hoca, o keskin zekâsıyla çok iyi espriler çıkartır, Demirel olsun, Ecevit olsun kendi neslinden siyasetçileri ince ince doğrardı.
Ve bunu son derece ciddi bir yüz ifadesiyle, milimetrik tıraşlanmış modernize badem bıyığını kıpırdatmadan yapabildiği için de hepimizi daha beter güldürürdü.
Çok hoş bir insandı Hoca.
Yalnız zeki değil kurnazdı da.
Ama ‘diyalog’dan hazzetmezdi.
Ayrıca konuşmayı çok severdi.
Bir başladı mı pek araya giremezdik.
Hele Türkiye’nin emperyalizm-siyonizm ikilisi tarafından nasıl sömürüldüğünü anlatmaya başladığı vakit bazen daraldığımız olurdu.
Hoca hiç aldırmaz, bildiğini okurdu.
Ara sıra tahtanın başına geçerek, bir hortumu Amerika’dan, bir hortumu İsrail’den çizer, onları Avrupa üzerinden Türkiye’ye getirir, ‘hortum düzeni’ni basite indirgediğine inanırdı.
Erbakan Hoca ‘ekonomide devletçi’ydi. Rekabete açık pazar ekonomisi konusunda itirazları vardı. Belki ‘Batı tahakkümü’ne yol açtığını düşündüğü için pek sevmezdi ‘piyasa düzeni’ni. Kim bilir belki de ‘Batı taklitçiliği’nin içine koyardı ‘piyasa’yı da...
Erbakan Hoca’nın aynı nedenlerle ‘Batı demokrasisi’ne de kuşku beslediği söylenebilirdi.
Siyasette Milli Görüş çizgisini savunurken, her zaman dışarı vurmasa da, demokrasinin küfür düzeni, hatta Yunan yutturması olduğuna dair bir zamanlar beslediği duygu ve düşüncelerinden yakın çevresi haberdardı.
Böyle olmakla birlikte, demokrasi oyununu kuralına göre oynamaktan başka çare olmadığını görebilecek kadar da deneyim ve birikime sahipti.
Türkiye’deki yerleşik sisteme ilişkin haklı eleştirileri vardı.
Bunların başında otoriter laiklik anlayışı geliyordu.
‘Asker’in sistem içindeki, seçilmiş sivil otoritenin tepesindeki yerinden de demokrasi adına haklı olarak şikâyetçiydi.
Hoca’nın kurduğu ve liderliğini yaptığı siyasal partiler, askeri darbe ve müdahalelerle tam dört kez kapatılmıştı. Kendisi hapse atılmış, siyaset yapmasına yasak konulmuştu.
Ama şurası da ilginçti:
Askerden çok çekmiş olmasına rağmen kamuoyu önünde askere yönelik herhangi bir eleştirel çıkışını anımsamıyorum. 28 Şubat sonrasında bile askere eleştiri getirmedi.
Belki daha doğru deyişle, Erbakan da asker sorunu konusunda bu ülkenin klasik siyasetçi çizgisinden sapmadı.
Bunun gibi Kürt sorunu konusunda da genellikle suskun kaldığı, bu meseleye pek öyle damardan girmediğini söyleyebilirim.
Başbakanlığı döneminde Susurluk’u fasafiso nitelemesine gelince, bu büyük bir talihsizlik olmuştu Hoca açısından...
Demirel, Ecevit ve Özal’dan özel sohbetlerinde Erbakan’la ilgili görüşlerini dinlemiştim. Hepsi de Hoca’yla siyaset yapmanın, koalisyonda birlikte çalışmanın zorluklarını anlatmışlardı.
Belki bir yandan Hoca’nın bu Nuh deyip peygamber demeyen tarafı, diğer yandan 28 Şubat tecrübesidir ki, Refah’ın içinden Tayyip Erdoğan’la Ak Parti’yi tarih sahnesine çıkarmış oldu.
Erbakan Hoca bir liderdi.
Siyasetin bir maraton koşusu olduğunu bilen, kendi doğru bildiğini sonuna kadar sabırla götürebilen, inatla savunabilen bir lider...
Milli Görüş’ü şiddetin dışında, demokrasi oyununun içinde tuttu. İslam ve demokrasi bakımından önemli bir olaydı bu...
Ve siyaset meydanımızda artılarıyla eksileriyle derin iz bırakan bir lider oldu Erbakan Hoca...
Kendisini rahmetle anıyorum, ailesinin, yakınlarının derin acısını paylaşıyorum.



Sevgili İsmail Gülgeç için...
Ölüm haberi geldiğinde Kahire’deydim. Mısır’daki devrim günlerini yazarken İsmail Gülgeç yazısı gecikti bugüne kadar.
1981’de Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni olduğum zaman 12 yıllık o döneme birlikte başladığımız Okay Gönensin’in aklına gelmişti, genç karikatürcüler bulup onlara bant çizdirmek. Böylece İsmail Gülgeç’le birlikte Behiç Ak, Kamil Masaracı, Necdet Şen, Kemal Gökhan 1980’lerin başında çizmeye başlamışlardı.
12 Eylül dönemiydi.
Askeri yönetime dönük ses getiren demokratik bir muhalefet çizgisi yakalamıştı, daha yirmili yaşlarındaki çizerler. İsmail Gülgeç, hafta içi Hayvanlar bandını, hafta sonu da cinsellik dahil her bakımda dozu yoğun İnsanlar’ı çizerdi. Askeri yönetimle, ‘müstehcenlik’le gazetenin başı belaya girmesin diye sık sık kapışırdık Gülgeç’le... O günleri anımsadım ve o yılları ne kadar özlediğimi fark ettim.
Nur içinde yat kardeşim.
İlişikte, İsmail Gülgeç’in 1986’da benim ilk kitabım olan Tank Sesiyle Uyanmak’la ilgili karikatürü yer alıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi