Cemal Nar

Cemal Nar

AKP SP HP Hatta BBP Birleşmeye Mecburdur 3

AKP SP HP Hatta BBP Birleşmeye Mecburdur 3

Ailemde aklım başıma geldiğinde merhum babam o zamanın milliyetçi muhafazakar düşüncelerine bağlı olarak siyaseten Osman Bölükbaşı’yı tutardı. Demirel ve İnönü’yü sevmezdi. Milli Nizam’dan sonra da oyunu hep Erbakan’dan başkasına vermezdi.

Ben de okulda abilerimin aracılığı ile önce Alparslan Türkeş adını duydum. Dinime ve milletime hizmet edecek diye sevdim Sonra Necmeddin Erbakan çıkınca onu daha çok sevdim ve destekledim. Okuldan aldığım İslamî ilimler yanında Bedîüzzeman Saîd Nursî’yi, Mehmet Akif Ersoy’u, Necip Fazıl Kısakürek’i tanır, okur ve takip ederdim. Daha sonra “ilim ve Özgürlük” kitabımda anlattığım gibi başka yazarlar tanıdık, gazete, dergi ve derneklerle ufkumuzu genişletmeye gayret ettik. Türkeş ve onun milliyetçi, batıcı, laik, kemalcı ve demokrat davasından büsbütün koptuk.

Sonra bir yol ayırdımına geldik; ya siyasetçi olacaktım, bu uğurda çalışacak ve sonuna kadar gidecektim. Ya da İslamî ilimlerde çalışıp öğrenecek, yaşayarak anlatacak, dinin neşri için tebliğ ve irşad faaliyetlerinde bulunacaktım. Bu ikisinin yan yana hoş olmayacağı kanaatine sahip olanlara hak verdim. Bu konuları daha önce de burada bir münasebetle yazmıştım.

Özetlersek baktım siyasette şan, şöhret, mal, makam, servet ve hizmet var. Ama orada oldukça ilmî çalışma yapmak, doğrudan İslam’ı anlatmak, vaaz ve irşatta bulunmak zor. Hatta mümkün değil. Hem oraya giden ahbap çok, ilme ve irşada giden ise sanki yok. Ben azı seçtim. Bu seçimde şan, şöhret, makam ve servet yoktu. Belki çile ve ızdırap vardı. Varsın olsundu. Çünkü bu yol daha sağlam, daha sevap, daha onurlu, daha özgür ve daha kalıcı idi.

O yüzden yorumcuların şu görüşüne katılırım: “Tıpkı peygamberler gibi dini öğrenip, öğretip yaşayarak tebliğ etmeliyiz. İnsanları kazanmalıyız.” Evet, İslam’ı bilen ve yaşayan bir cemaat olmalı, bunu kitlelere anlatmalı ve benimsetmeliyiz. Burada başarılı olursak, gerisi kolay gelir. Çünkü devlet milletten bağımsız olamaz.

Bu yüzden Türkiye’nin ilk yılları gibi diktatörlükle yönetilen bir devlette olmaktansa, Türkiye’nin son yılları gibi İnsan haklarına kısmen de olsa saygılı bir devlette yaşamak, demokrasi ile yönetilen bir devlette olmak, İslam’a talip bizler için bir nimet, bir şanstır.

Böyle bir ülkede yaşayan kişiler olarak bizlerin özel hayatımızda ve sosyal yaşantımızda İslam’ın temel ilkelerinden taviz vermeden politik çalışmalara katılmak ve yönetimde etkin olmak, hiç şüphesiz Müslümanların önündeki engelleri kaldırmak için, İslamî bir ortam oluşturmak için, davet ve eğitim çalışmalarımızı bereketlendirmek için, hatta devlet yönetimini tanımak ve bu konuda tecrübe kazanmak ve kadrolarımızı oluşturmak için iyi bir fırsattır. Bunu değerlendirmek neden olmasın?

İşte bu yüzden siyasetle uğraşan arkadaşların bu iyi niyetli çabalarını desteklemek lazım diye düşünüyorum. “Parti ile bu işler olmaz” diyenler de varsın desinler, ama keşke “parti ile hiçbir şey olmaz” da demeseler, bunun yerine doğru bildikleri yöntem ile yol alsalar. Keşke dine hizmet eden hiçbir kimse başka kardeşlerinin aleyhinde olmasa. Çünkü Kur’an ve sünnette doğrudan önerilen bir metot yoktur. Onu biz bulur çıkarırız. Bizim çıkarttığımız bir konuda ihtilafın olması da normaldir.

Öyleyse amelde ihtilaftan korkmayalım. Korkacağımız şey, üsul, metot, yöntem yüzünden kavga etmek, birliği bozmak, gücü zayıflatmak, havamızı batırmaktır. Her cemaat kendi içinden kendini, bu arada bir alimler gurubu da bütün cemaatleri denetlemeli, gözetmelidir. Herkes görevini ihlasla yaparken ilkelerden uzaklaşmamaları için etkin bir gözlemleme ve eleştiriden asla vaz geçilmemelidir. Bu konuda kınayanın kınamasına asla aldırılmamalı, ilkesiz insanlar yüzünden dindarların hareketinin yara almasına asla izin verilmemelidir. Bu ise hiç şüphesiz Müslüman aydınlara düşen kaçınılmaz bir sorumluluktur.

Yorumcuları şu görüşüne de katılırım: “AKP, SP, HP hatta BBP aynı kökten gelen, aynı değerlere sahip çıkan partilerdir, aralarında anlaşarak birleşmeleri gerekir. Bunun tabii sonucu, az olan çokların yanında güç birliği yapmalıdırlar. Birleşemiyorlarsa bile en azından kırıcı olmamalı, dedi kodu yapmamalı, birbirleriyle savaşmamalıdırlar.”

Kim ne derse desin, gerçek değişmez, Erdoğan da, Kamalak da, Kurtulmuş da, Topçu da kibar insanlardır. Birini alıp diğerini atamayacağımız bizim insanlarımızdır. Yetişmeleri kolay olmayan çaplı insanlarımızdır. Aklın yolu birdir. Ya birleşecekler, ya da birbirlerini yemeden yollarına devam edeceklerdir. Kimse alınmasın gücenmesin, eğer birleşmezlerse eninde sonunda halk onları terbiye ede ede sonuçta fiilen birleştirecektir. Particilik hizmet içindir. Birileri kendi çıkarları için onu ırkçılık ve asabiyete çeviriyorsa, bilsin ki Müslümanlara çok büyük kötülük yapıyordur. Allah Teâlâ’dan korksun ve vazgeçsin diye uyarırız. Elimizden dua ve nasihattan başka ne gelir ki!

Bütün bu işler olurken bize düşen dinden uzak düşmemektir. Asabiyet ve tarafgirlikle bilerek veya bilmeyerek ilahî ilkelerden uzaklaşmamak, günaha, harama, fısk ve fücûra düşmemektir. Dedi kodu, bir Müslümanın aleyhinde, işittiği zaman hoşuna gitmeyecek şeyleri konuşmaktır. Bu da ölü eti yemeğe denk bir iğrençliktir. (Hucurat 12.) Elmalılı bu ayeti tefsir ederken aktarır: Bir hadise göre “gıybet zinadan eşeddir”. Bu mübarek sûre şöyle bir okunsa, ictimaî dertlerimize devaya yeter: Müslüman Müslümanı aşağılayamaz, hakaret edemez, alaya alamaz, ayıplayamaz, ırkçılık yapamaz, zalime terk edemez, gizli kusurlarını araştıramaz, su-i zanda bulunamaz, iftira edemez.

Şimdi söyleyin Allah aşkına, particilik yaparken Müslümanlar Kur’an’da var olan bütün bunları haram olmaktan çıkarabilirler mi? Ama şimdi görünen genele bakarsanız particilik bundan başka bir şey mi? Öyleyse şimdi bunu yapanlara biz de mi soralım, “kitabınız mı değişti, yoksa siz mi?” diye…

Netice itibariyle bir kervan Milli Nizam diye yola çıkmış, Selamet, Fazilet, Refah olarak gelişmiş, şimdilerde ise Saadet, Has Parti ve Ak Parti olarak, yoluna devam etmektedir. Geçmişin kıdem hakkı inkar edilmez, saygıyla anılır. Gelecekte de en büyük verimi almak nasıl icap ediyorsa öyle davranılır. Bunlar içinde sadece Saadete “milli görüş” diyerek, diğerlerine “onlar da Müslüman mı?” demek, dinden, imandan, insaftan, adaletten, akıldan, mantıktan, tecrübeden, menfaat ve maslahattan uzak gevezelikten başka bir şey değildir ve Müslümanlar malayani ve lağv dediğimiz bu tür dine ve dünyaya fayda getirmez işlerden kaçınmak zorundadır. (Mü’minun, 3.)

Burada asıl olan ilkelerdir. Bir kişinin veya kadronun keyfi değildir. Halkın görüşü mutlaka alınmalıdır. Meşveret, şûra, istişare, danışma asla terkedilmemelidir. Milleti nazara almayan diktatörlük, krallık, sultanlık, ağalık bir zorbalıktır, zulümdür. İslam’da zulmün ve diktanın asla yeri yoktur. Yönetimin babadan oğula geçen veliahtlık ve saltanatlık ile olması ise İslam’ın başına gelen en büyük felakettir. Hele de bu çağda asla kabullenilecek bir şey değildir.

Erdoğan da, Kamalak da, Kurtulmuş da, Topçu da inandıkları bir dava varsa ve bu milleti seviyorlarsa, oturup konuşurlar, anlaşır birleşirler. Koca bir milleti bölüp parçalamaya hakları yoktur. Eğer hala bu zulmü işlemeye devam ederlerse, hepsine de çok ayıp, çok yazık. Eğer bu ayıp ve yazığı yapmaya devam ederlerse, millet kendileri bir şekilde birleştirir. O zaman kimsenin kimseye bir diyeceği kalmaz.

Bu konuya son bir yazıyla Cuma Günü de devam edeceğiz inşallah.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cemal Nar Arşivi