Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Güneydoğu’ya Seyahat- 2

Güneydoğu’ya Seyahat- 2

Peygamberlerin Tasarrufunda Bir Şehir Urfa

KSÜ öğr. gör. İsmail Göktürk ve Pamukkale Ünv. öğr. üyesi ve çalışma ekonomisi uzmanı Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yılmaz dostlarımla “Güneydoğu’ya sosyolojik seyahat”imizin ilk durağı Urfa’ydı.
Urfa, millet birliğinin devamını isteyen dindar Kürt milletdaşlarımızın çoğunlukta olduğu bir yer.
PKK ve BDP’nin bölücü etnik Kürtçülüğünün hâkim olamadığı ve son derece marjinal kaldığı bir şehirdeyim. Sebebi ise sivil İslâmî terbiye ve irşad faaliyetlerinin halkla bütünleşmesi, Hz. İbrahim Peygamberle başlayan Tevhidî inancın temsilcileri enbiya, evliya ile sahabenin ve ehl-i sünnet çizgisindeki tarikat büyüklerinin bu topraklarda tasarruf sahibi olmasıdır.

Halil-ür Rahman’la bir öğle namazı vaktinde tanıştım. Balıklıgöl ve Ayn-Zeliha gölü mübarek göllerdir. İbrahim Peygamberin ateşe atıldığında düştüğü yer Balıklı Göl’dür. Herkesin malûmu olan hadise; Hz. İbrahim Nemrut tarafından mancınıkla Halil-ür Rahman’ın güneydoğusundaki kale görevini de gören tepeden gölün oluştuğu mevkide yakılan ateşe fırlatılır. Allah (c.c) tarafından ateşe “Ey ateş! İbrahime karşı serin ve selamet ol” emri verilir. Emir üzere ateş suya, odunlar da balığa dönüşürler. Hz. İbrahim bir gül bahçesinin içerisine sağ salim düşer. Hz. İbrahim’in düştüğü yer Halil-ür Rahman (Balıklı Göl) gölüdür. Nemrut’un kızı Zeliha’da Hz. İbrahim’e inandığından kendini onun peşinden ateşe atar. Zeliha’nın düştüğü yerde de Ayn-Zeliha gölü oluşur. Her iki gölde de balıklar kutsal kabul edilir. Tutulmaz ve yenilmez.

Önce Halil-ür Rahman Câmii’ni gezdik. Câmii, saf hâliyle taş yapıdandır. Mimarisi Selçuklu ve Eyyübî mimarisi hâkimdir. Taş yapılara meftunluğum fazlacadır. Bu taşlarda bin yıllık ulvî tarihimizi, ecdâdımızı ve asliyetimizi yansıtan manevî çizgiler görüyorum. Halil-ür Rahman Câmii bu özellikleriyle ruhumuzu maveraya ve ilk İbrahimî zamanlara götürüyor. Sonra Halil-ür Rahman Mescidi’nde vakti eda ettik. Mescid, gölün hemen güney kenarında. Eşya ve hadiselere Müslümanca tasavvurla bakabilen herkesi İbrahimî tarih ve zamana götüren bu ulvî yapıları meydana getiren taşlar, üzerindeki âyetler, dualar insanı şimdiki zamandan alıp içinde bulunduğunuz mekânın şuuruna, gaye ve
zamanına götürüyor.

İsmail Göktürk, satıcıdan birkaç paket yem aldı ve atmam için bana da verdi. Herkesin yaptığı gibi bu fakir de mübarek balıklara yem attı. “Şu Ali Hocam için, şu balıkların şeyhi ve efendisi Muzaffer Hocam için...” diyerek dostlarımın adlarını zikredip yem attım. Balıkları sevindirmenin Hz. İnsanı sevindirmekle aynı olduğunu gördüm.

Bu mekânlarda gezerken Mehmet Yılmaz hazırlıklı ve hazırlıksız hiçbir kareyi kaçırmadan fotoğraflarımızı çekmeyi ihmal etmiyor. Güya bunları ileride belge olarak lehte ve aleyhte kullanacağını söyleyerek nükte yapıyor. İsmail Göktürk hep söylerdi de inanmazdım. O sevimli, hatırnaz ve güleç yüzlü Mehmet Yılmaz kardeşimiz arada bir yitip kayboluyor. Esasında kaybolmuyor da geride kalıyor. Biz de “Yılmaz’ı bekleyelim mi, etrafa bakıp arayalım mı?” demekten iki de bir enerjimizi israf ettiğimiz oluyor.

Balıklıgöl’ün hemen kuzey cephesi boydan boya yirmiye yakın hücreden (oda) meydana gelen, zamanında medrese görevi gören, mürşid ve şeyhlerin ders ve nasihat verdiği fonksiyonu çok olan Rızvaniye Medresesidir. Yine ulvî zamanları yaşatan taşlardan yapılı yüreğimi saran bir mekân burası.
Rızvaniye Medresesini gezerken Gölün doğu girişindeki ilk iki odaya gelince İsmail Göktürk, “şu odaların kapısında ne yazıyor....” dedi. Okuduğumda duygulandım. Medresenin doğu girişinin sol tarafındaki odanın tarihî kapısında “Türkiye Yazarlar Birliği Şanlıurfa Şubesi Salonu” yazıyordu. Hemen karşısındaki odanın kapısında ise “Türkiye Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu Odası” yazılıydı. “Vay!” dedim, “şu Urfalı yazar kardeşlerimin şansına bakın. İnsan bu mekânda, hemen Balıklı Göl’e bakan odalarda ve sofalarında çay eşliğinde sohbet ederek kendinden geçmez midir? İnsan burada erişir!”

Her taraf İbrahimî bir tarih içinde. Taş sütunlar sıra sıra. Modernizmin hiçbir alâmeti sinmemiş bu mekâna. Şimdiki zamanın ve gürültünün dağdağasından uzak, iki-üç metre ötede Balıklı Gölün kenarında ve Rızvaniye Medresesinin odalarında sohbet ve faaliyet gerçekleştireceksiniz. Yine “vay!” diyerek Şehr-i Maraş’ıma sitem ettim. Yirmi yıla yakındır Türkiye Yazarlar Birliği Şubesine ne Belediye’den, Ne Vakıflardan, ne Özel İdare’den, şimdilerde restore edilen tarihî konak ve evlerden en küçüğü ve göze batmayanını bile alamadık. “Bu ne kader!...” dedim.

Bu hüzünlü duygularla Hz. İbrahim’in doğduğu mağaranın da bulunduğu Mevlid-i Halil Câmii’ne duhul ettik. Câminin taşlarında İbrahimî zamanların ruhaniyetini hissettim ve iki rekat namaz eda ettik. Câmi avlusunun güneyindeki mağaraya girince maveraî bir ürperme yaşadım. Herkesin bildiği hadise; Nemrut rüya görür, rüyasını müneccimlere anlatır. Derler ki: “Bu yıl doğacak bir çocuk senin saltanatına son verecek...” Nemrut, derhal o yıl doğan bütün çocukların öldürülmesini emreder. Sarayın putçusu Azer’in hanımı da hamiledir. Doğacak çocuk Hz. İbrahim’dir. Bu mağarada gizlice Hz. İbrahim’e doğurur ve yedi yaşına kadar bu mağarada büyütür. Bu mağaranın suyu birçok hastalığa iyi gelen şifalı bir sudur. Dua ederek kalaylı bakır tasla su içtik.

Balıklıgöl’e yakın olan Hz. Eyyüp Peygamberin Türbesine vardığımda ilk gözüme çarpan kapısındaki “Sabır Makamı” yazısıydı. O an “ah, benim hayat ve eşyaya mâna veren, dünya hayatını imtihan sayan İslâm medeniyetim!” dedim içimden. Çile Mağarası da bu mekânın kapısından girdiğimde yine zaman kavramını kaybettim ve âdeta şimdiki zamandan uhrevî zamanlara iltica ettim. Âyetlerden çıkarılan çeşitli yorumlardan birine göre Hz. Eyyüp sabırla sınanır, cüzzam hastalığına yakalanır ve vücudundan dayanılmaz yaralar oluşur. Eşi Rahime ile bir mağaraya çekilir. Burada çile çeker, asi olmaz, Allah’a ibadetle meşgul olur. Bu mekân Hz. Eyyüp’ün çile çektiği, vücudundaki yaralara sabırla katlandığı yerdir. Bundan dolayı Hz. Eyyüp Peygamber Türbesi ve Çile Mağarası adını almıştır. Mağaraya merdivenle iniliyor. Mağaranın giriş kısmı demir kafesle kapatılmış. Çeşitli dilekler için gelenler mağaranın üst kısmındaki delikten dileğini yazdığı kağıdı mağaranın iç bölümüne atıyorlar.

Hz. Eyyüp bu mağarada Allah tarafından halkedilen şifalı suyla yıkanıyor ve iyileşiyor. Arada bir gidip gelen hanımı O’nu tanıyamaz. Karşısında gençleşmiş, sağlıklı Hz. Eyyüp vardır. O’na “burada hasta kocam vardı” deyince “aradığın insan benim” diyor. İkisi de Allah’ın yardımının mazhariyeti ile sevinip şükür duası ediyorlar. Hz. Eyyüp’ün sırtını dayayarak sabır gösterdiği taş “sabır taşı” olarak bilinir. Ziyaret edenler sırt ağrılarının şifa bulması için sırtlarını bu taşa dayıyorlar. Bu taşın diğer adının “Kut Taşı” veya “Kurtlu Taş” olduğunu öğreniyorum. Hz. Eyyüp yaralarının üzerindeki kurtçuklar yer düşünce “sizin nasibiniz buradan” deyip, kurtçukların beslenmesi için tekrar yaralarının üzerine koyarken bu taşa yaslanmıştır. Türbe bahçesinde Şeyh Abdurrahman Baba’nın da mezarı var.

Urfa Ulu Câmii, 1175’de Nurettin Zengi tarafından inşa edilmiş. İlk fethedildiği zamanda Kızıl Kilise adını taşıyan bin mekânmış. Sekizgen çan kulesi minare olarak kullanılmaktadır. Urfa’da görmek isteyip de zaman kıtlığından dolayı göremediğim mekânlar şunlardı: Hz. Ömer Câmii, kiliseyken Osmanlı döneminde Rızvaniye Câmii’ne çevrilen mekân, Deyr-i Mesih Kilisesi, Damlacık Dağı’daki Urfa Kalesi, merkezden 80 km. uzakta Şuayp Peygamberin yaşadığı ve makamının bulunduğu “Şuayp Şehri” adıyla bilinen Özkent Köyü, Süryanilerin ilk iskân olduğu yerlerden Harran kültürünün dayandığı Sabiizmin kültür merkezi olarak bilinen Sogmatar, Hz. Elyasa ve Rahime Hatun Türbelerini...

Urfa’nın Kapalı Çarşısı’nı dolaşıyoruz. “Esas Urfa burası” dediler. Üstü kapalı, tabanı taş, iç içe sokaklardan oluşan çarşıda aklınıza gelen her tür esnaf var. Modernizmden nisbeten uzak bu çarşıda İsmail Göktürk “....sana Urfa Kebabı yedireceğim” diye tutturdu. “Öyle ağır, etli pütlü yiyecekler yemem, peynir ekmek domates bana yeter” dediysem de gönle dayalı bir baskıyla iki katlı ahşap ve beton karması bir dükkâna zorla girdirildim.

Başıma gelecekleri tahmin etmeme rağmen mecburen yedim. Yemek yerken Mehmet Yılmaz ve İsmail Göktürk çeşitli cephelerden bu fakirin fotoğrafını çektiler. Etraftaki insanlardan dolayı biraz utandım. “Etmeyin, eylemeyin, bu fakiri böyle bol yemekli mekânlarda kayda almayın, bol yemekli mekânlarda görülmek âcizane benim misyon ve şiarıma terstir....” diye ısrar etsem de fotoğraflarımı çekip bâzı internet sitelerine servis etmişler. Sitelerden biri var ki, Dr. Mehmet Ceran ve Tayfun Göktürk gibi hem gönüldaşım hem de muarızım olanların yer aldığı “Lokmacılar Sitesi”nde yayınlamışlar.

Elbette bu fakirin meşrep ve fikrî çizgisine hiç mi hiç uygun değil. Fotoğrafımın altına da “etli pütlü yemekler ve tatlılar yemenin fikri öldüreceğini ve hazcılık olduğunu söyleyen filan kişi yukarıdaki resimlerle belgelendiği üzere bol yemekli masalarda görülmektedir...” tarzında yazılar yazmışlar. Oysa ulvî ve tarihî mekânlarda da çokça fotoğrafımı çektiler, itiraz etmedim. Ne yapalım, dostların attığını taş değil, gül saydım. Gönülleri hoş olsun.

Urfa’nın düzensiz ve yoğun trafiğinde temsilci kuruluşlarla görüşmelerin aynı günde bitmesi için öğün yemeklerimizi vaktinde yiyemediğimiz oluyordu. Bir keresinde saat 17.00 oldu. En fazla saat iki de kuru ekmek ve su da olsa bir şeyler yiyip içmem gerekirken gecikti ve fakirin kan şekeri hayli düştü ki, İsmail’i biraz üzdüm ve arabadan inip karşıda tabelasını okuduğum bir “dürümcü-ciğerci”ye âdeta kendini kaybetmiş bir sarhoş edasıyla daldım. İsmail ve Mehmet yılmaz ardımdan yetiştiler. Güya bana ve lokantacıya iyilik yapacaklar. Dilim pelteleşti, konuşamaz oldum. En hızlı şekilde hazır olan yemeği istediğimi işaretlerle anlattım.

İsmail’in, fakiri ağırlamak için “yok ciğer olsun, yok şu olsun....” demesi hiçbir işe yaramadı. Ben kendimi kaybetmiştim ki, bildiğimi okudum. Şansımdan olacak lokantacıların da eli ağır değil miymiş... “ Bekle ki yemek gelsin. “Vay kara kaderim!” dedim. Bu arada önümdeki pideyi yiyip su içerek bir parça kendime geldim.

Urfa’daki ikinci gecemizde Menzil Nakşilerinin dergâhını ziyaret ettik. Vardığımızda hatmeleri bitmiş, hararetle çay içiyorlardı. İkram ettikleri çaylardan içip Semerkand Dergisi ile bu dergide yazan Ali Yurtgezen Hocanın yazıları ve Haceganla ilgili birkaç kitap hakkında biri genç, biri kıdemli Urfalı sofilerle sohbet ettim. Hâsılı, Urfa’dan muhabbetle ayrılıp Diyarbakır’a revan olduk.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi