Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Güneydoğu’ya Seyahat-7

Güneydoğu’ya Seyahat-7

Batman’ın Ruhu Yok, Hasankeyf’in Hüznü Var

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi öğrt. gör. İsmail Göktürk ve Pamukkale Üniversitesi öğrt. üyesi Mehmet Yılmaz dostlarımla “Güneydoğu’ya Seyahat” imizin beşinci durağı olan Batman’a girdiğimde bu şehre gönlüm ısınmadı. Her yerinden çiğ bir modernizm taklidi akıyor. Manevî bir havası yok. Toplantıdayken dışarı çıktım, beş katlı binanın her katını inerek alaturka tuvalet aradım. Hepsi alafranga. Giriş katta görevlilere sesimi yükselterek “bu binada Müslüman işi bir tuvalet bulamadım; bu nasıl bina böyle? Burası neresi efendiler?” dedim. Mahcup oldular. “Aha gidiyorum...!” diyerek kurumu terk ettim.

Etrafı dolaştım. Güneydoğu meselesi hakkında sohbet edecek birilerini bulsam diye düşünürken Kayapınarlılar Dayanışma Derneği Lokali yazılı müessesenin önünde çay içildiğini gördüm. Oturup çay içmeye başladım. Çay getiren kişinin lokalin çalıştırıcısı ve adının Hüseyin olduğunu öğrendim. Kırk yaşlarında kâmil birine benziyordu. Her çay getirişinde yanımdaki iskemleye oturup soluklanıyordu. Aramızda muhabbet oluştu. Araştırma toplantısına gelen arkadaşlarımı beklediğimi, Maraşlı Türklerden, yani Maraşlı İslâmlardan olduğumu beyan ettim. Hüseyin, Hasankeyf’in Kayapınar beldesindenmiş. Olgunluğuna tam kanaat edince dilim açıldı. Her şeyi sormaya başladım. Beldelerinde AKP’ye yüzde doksan oy çıktığını, beldelerinin yarıdan fazlasının Arap, gerisinin Kürt olduğunu anlattı.

Niçin AKP’ye bu kadar oy çıktığını sordum. (Not: Hiçbir siyasî partiye aidiyetim yoktur). İnsanlarının dindar olduğunu, PKK ve BDP’yi inançsız olduğu için sevmediklerini, AKP’nin inanç ve yaşayışlarına saygılı olduğunu, ayrımcılık yapmadığını anlattı. Hüseyin’e rastladığıma çok sevindim. Ondan hayli olgun görüşler sâdır oluyordu. Bu esnada sohbetimize kulak misafiri olan lokal müdavimlerinden emekli memur olduğunu öğrendiğim Mahmut Bey’le tanıştık. Mahmut Bey, heyecanlı ve fikir sahibi bir Batmanlıydı. Toplantıdan kaçtığım için iki-üç saat zaman vardı.

Mahmut Bey’e, evvel emirde Maraşlı Türk ve Müslüman olduğumu, Kürt-Türk ayırmadan ikisini de bir millet saydığımı, laik-Kemalist Cumhuriyetçi olmadığımı, Türk Ergenekoncularıyla Kürt Ergenekoncuları PKK ve yandaşı BDP’nin aynı zihniyete sahip olduğunu, Türk’le Kürdü bölmeye çalıştığını ve “derin” yerlerde işbirliği yaparak Güneydoğu’yu bu hâle getirdiklerini anlattım.

Mahmut Bey’in anlattıkları ise çok anlamlı. Anasının anası Midyatlı Süryani olup Kürt olan dedesi ile evlendiğini, dolayısıyla Müslüman Kürt olduğunu, BDP’yi hiç sevmediğini ve oy vermediğini, çünkü BDP’nin Ankara ulusalcılarından farkının olmadığını, PKK ve BDP’nin İslâm’a uzak seküler zihniyete sahip bulunduğunu ve İslâm medeniyetine dahil Kürt geçmişi inkâr eden, ateizme kayan kanlı bir örgüt olduğunu şecaat arz ederek anlattı. Sonra Tek Parti Dönemi zulümleri ile 27 Mayıs darbesinden 28 Şubat’a kadar askerî laikçi güçlerin “irtica” sendromuyla Türk Kürt ayırt etmeden millete yaptıklarını anlattı ki, hayli duygulandım.

Çünkü anlattıkları bu fakirin derd ü dâvası olan yakın tarihin küllenmiş yaraları ile dikenin battığı ve çıkması gereken yerdi. Görüşlerinin altına imzamı atabilirdim. Türkiye’nin meselelerini tam isabetle ifade eden bu sözlerin tecrübeli ve görgülü Batmanlı bir Kürde ait olduğunu hatırlatırım. “Yarabbi, demek ki umut kesilmemiş! Hakk’a tapan Türkiye ve Türk milleti taraftarı olan Bediüzzaman Said Nursi damarı hâlâ sürüyor” dedim.

Saat beşe doğru Batmanlı iki milletdaşla İsmail Göktürk ve Mehmet Yılmaz da tanışıp sohbet ettiler. Bu esnada Maraş’tan gönül dostlarımdan Hacı İbrahim Arıkmert telefonla fakiri aradı, hatırımı sordu ve ehl-i dil Muzaffer Gözükara Hocanın “seyahatimizin rahat geçip geçmediğini, sıhhat afiyette olup olmadığımızı” sorduğunu nakletti. Ardından, Ali Yurtgezen Hoca telefonla aradı, “seyahatimizde bir problem olup olmadığını, İsmail Göktürk’ün zatüree hastalığının ne durumda olduğunu” sordu. “Seyahatin huzurlu geçtiğini ve İsmail Göktürk’ün iyi olduğunu” söyledim.

HASANKEYF MAĞARALARINDA KADÎM ZAMANLARI HİSSETMEK

Batman’dan ayrıldıktan sonra kadîm medeniyetlerin ilk merkezlerinden Hasankeyf ilçesindeyiz. İsmail Göktürk “zaruri dinlenme” ihtiyacından fedakârlık ederek, görmeyi çok istediğim, bir dağ hacmindeki yekpare bir kayadan oluşan kalenin dik yamaçlarında ve çevresinde binlerce yıllık hüzünlü mağaraların, çeşitli taş yapıların, câmi, medrese ve minarelerin bulunduğu mağaralar şehrini ziyaret etmemi sağladı.

Akşamdan önce Hasankeyf’in önünden akan Dicle Nehri üzerindeki orta çağın en eski kemerli köprüsü olan “Taş Köprü” deyiz. Müslümanların 638’de fethettiği sırada bu köprü varmış. 12. Asrın başında Artuklu beylerince kemerleri ve ahşap kısımlarının tahkimiyle şimdiki hâlini almış. Köprüden, beş binin üzerinde mağaradan oluşan bu sapsarı kayalar şehrinin Dicle Nehri tarafına bakan cephesindeki manzaraya bakarak kadîm zamanlarını hissettim. Zaten “mağara sakinlerinin başşehri” denildiğini okumuştum. Eskiden çok sayıda mağara câmi, mağara kilise varmış. Dicle, Hasankeyf’te hüzünlü akıyordu. Çünkü birçok eski medeniyetin durağı olan bu hüzünlü beldenin baraj gölü altında kalacağı söyleniyordu.

Mağaralar şehrinin yerlisi bir imamın anlattığına göre, Hasankeyf, Arapça kelime “Hısn keyfâ” dan geliyor. “Hısn”, “kale ve hisar” anlamındadır. “Keyfâ” kelimesiyle birleşerek “güzel kaya, kaya kalesi, kaya hisarı” anlamına gelen “Hısnkeyfâ” şeklinde ifade edilmiş ve zamanla telaffuzu değişerek “Hasankeyf” adını almış. Süryaniliğin ilk merkezlerinden olduğu biliniyor.

Her taşında Roma, Bizans, Sasani ve İslâm kültürlerinin izleri görülüyor. Artuklulara başşehirlik yapmış Hasankeyf’e Eyyübiler ve Artuklular damgasını vurmuş. Dicle Nehri kenarında olan kale şehrin bir ucunda, penceresinin üstünde iki kabartma aslan figürü olan “Küçük Saray”, biraz aşağısında “Büyük Saray” denilen ihtişamlı yapılar var. “Büyük Saray”ın girişinde kare şeklinde gözetleme kulesi olabileceği söylenilen ince bir kule mevcut. Kalenin dört kapısının olduğunu tabelalardan öğreniyorum. “Aslanlı Kapı”, “Efsunlu Kapı” da denilen “Yılanlı Kapı”, “Sır Kapısı” ve “Dördüncü Kapı.” Kaledeki Ulu Câmii kilise kalıntısı üzerine inşa edilmiş. Minaresi, klasik minarelere benzemiyor; kısa, geniş bir saat kulesini andırıyor. Avlusunda su sarnıcı olduğu söylenilen bir yapı bulunmaktadır.

Eyyübi Sultanı Sultan Süleyman tarafından yaptırılan El-Rızk Câmii’in klasik minarelere benzemeyen sarı taştan yapılma Eyyübî mimari tarzı minaresindeki kabartmaları, bezekleri, nakış ve motifleri görünce ruhum bin yıl öncesine akıp gitti. İsmail Göktürk’den minarenin gövdesinde Allah’ın doksan dokuz isminin yazılı olduğunu duyunca bakışım minareye kilitlendi. Turkuvaz mavisi ve lacivert çinilerin oluşturduğu, kufi yazı ve süslemeleriyle Zeynel Abidin Türbesi’nin manevî ihtişamı karşısında hayli duygulandım. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlunun türbesiymiş.

Eyyübi Sultanı tarafından yaptırılan Sultan Süleyman Câmii minaresi de, El-Rızk Câmii minaresine çok benziyor, fakat şerefesi yok, yani üstü açık. Sapsarı taşlardan yapılma mimarisi aklım yettiği kadarıyla Osmanlı câmi mimarisinden farklı. Kabartma, iç içe şekil ve figürleri daha çok. Câmiin kitabelerini İsmail Göktürk okumaya çalışıyor ve sökebildiği kadar bize bilgi veriyor. Osmanlı ecdâdımın tek eseri olan iki katlı kubbeli “Hamam” ın önünde durduk. Her yapının kesme sarı taştan olduğu Hasankeyf’te “Hamam” moloz taştan yapılmış.

Bir gece kaldığımız mağaralar şehrinin pansiyonundaki tuvaletler de alafranga idi. Alaturka tuvalet, kaldığımız odaya uzak ve gecenin karanlığında ışıksız yarı iptidai bahçenin ve balıklı havuzların ötesindeydi. “İnsanın edebine teknik olarak da aykırı olan bu musibet tuvaletleri hangi akılla yapıp kullanıyorlar” diye Anadolu’nun taklitçi ve kafasız insanlarına sokrandım.

İsmail Göktürk’ü uyuyor zannederek, zaruret durumunda bu gayr-ı İslâmî ve işkence veren Frenk işi tuvaleti nasıl kullanacağımı Mehmet Yılmaz’a sordum. Gurbette çok kalmış tecrübeli dost, “ağabey büyük şehirlerde mecburen kullandığımız oluyor” diyerek göstererek anlatmaya başladı. Meğerse İsmail Göktürk her şeyi dinliyormuş. Açığımı bulmuş bir jurnalci üslûbuyla “konuştuklarınızı aynen Hocamgile anlatacağım” diye tutturdu. Çok şükür kullanma ihtiyacı hissetmedim. Ertesi gün Diyarbekir-Urfa güzergâhından şehr-i Maraş’a dönmek üzere yola revan olduk.

MALABADİ KÖPRÜSÜ’NDE HÜZNÜ YAŞAMAK

Diyarbekir yolunda Malabadi Köprüsü’ne yaklaşınca İsmail Göktürk “Malabadi Türküsü”nü kaidesiyle söylemeye başladı. Onun, yolculukta türkü söylemesinden son derece vecdî bir haz duyarım. Hafızası kuvvetli ve sesi güzeldir. Eski zaman türkülerinden herhangi birini sorun, hemen size sözlerini terennüm ediverir. “Eski zaman adamı” derim ona.

Malabadi Köprüsü, mimarisi ve hâtıralarıyla meşhur olmuş tarihî bir köprüdür. 1147’de Artuklu Beyleri tarafından 150 metre uzunluğunda, renkli taşlardan inşa ettirilmiş. Taş köprüler içinde kemeri en geniş olanıdır. İki yanında barınak ve odalar mevcut. Evliya Çelebi “Malabadi Köprüsü’nün altına Ayasofya’nın kubbesi girer” demiş. Köprünün başındaki çayhanede oturduk. Çayhanecinin on yaşında gösteren oğlu masamıza çay getirdi. Babası “haydi oğlum amcalara Malabadi Köprüsü’ün türküsünü söyle” dedi. Kavruk yüzlü oğlan otomatik olarak görevlendirilmiş bir şekilde türkünün hikâyesini anlatmaya başladı, ardından yanık hançeresiyle türküyü söyledi.

“Malabadi köprüsü Malabadi köprüsü / Orada başladı bitti şu garibin öyküsü / Karşı ki aşirettin bir kıza gönül verdi / Aşkı uğruna her gün o köprüye giderdi / Siirt’in dağlarında uçan kuşu vururdu / Fatma’yı okşadıkça kahrı sükun bulurdu / Of garibim of / (...) Bu aşkın karşısında kararlıydı zalim şeyh onları öldürmeye / Yine bir seher vakti pusu kurdu köprüye / tabancalar patladı sevgililer susmuştu / Malabadi Köprüsü aşka mezar olmuştu / of garibim of..”
Fatma’nın babası zalim şeyh, Malabadi Köprüsü’nde iki masum âşığı öldürerek ayırmıştı. Bu acıklı ağıtı dinlerken cezbeye kapıldım. Bizi mest eden çocuğa birkaç kuruş harçlık verdik.

Güneydoğu seyahatimiz böylesine anlamlı hâtıra ve tesbitlerle tamamlanmış oldu. Güneydoğu’yla ilgili görüşlerimi inanarak kaleme aldım. Türk’ün ve Kürdün hâl tercümesine ve millet olmaktaki yerine Kemalist-ulusalcı cumhuriyet zihniyetiyle bakmıyorum. Çünkü problemin sebebi 1925 sonrası laikçi cumhuriyetin İslâm’dan uzaklaşması, Müslüman kimliğinden arındırılmak istenen “yeni Türk” projesi ve ilk Meclis’te milletin unsuru olarak ifade edilen Kürtleri zorla “Türkleştirme” programıydı. Oysa doğru bakışın kaynağı İstiklâl Harbinde “Hakk’a tapan millet” anlayışıyla oluşan ilk Meclis’ti.

Bu yazı serisinden dolayı birçok okuyucunun ağır saldırı ve eleştirilerine mâruz kaldım. Elbette takdir eden de çoktu. Dr. Mehmet Ceran, Murat Yücel ve Cüneyt Cesur gibi kimi gönül dostlarım da “tuhaf” eleştiriler yaptılar. Demek ki zihinlerinin kıvrımlarında az da olsa Türkçü idrâkten kırıntılar kalmış. Canları sağ olsun. Onlar, olmazsa olmaz gönül dostlarımdır ve “ifade hızımdır.” Muharrik bir güç olarak meselelerin üstüne gitmeme “katkı”ları oluyor. Elbet bir gün çârenin Hakk’a tapan Türk milletinin inşa edeceği Türkiye İslâm Cumhuriyetinde olduğuna vâkıf olurlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi