Kürtlerle beraber, ama nasıl?

Kürtlerle beraber, ama nasıl?

Geçtiğimiz haftanın önemli başlıklardan birisi, Bölgesel Kürt Yönetimi’nin lideri Mesut Barzani’nin Türkiye ziyaretiydi. Bu ziyaret öncesinde yazdığım ‘Dünya Kürtlerin etrafında dönmüyor’ başlıklı yazıma pek çok tepki aldım.

İlginç olan şu: Beni ve yazdıklarımı takdir etmek için mesaj yazan okuyucuyla, Kürtleri değersiz bulduğum için eleştirenler, aynı mantık hatasıyla hareket ediyor. Ne son günlerde yükselen ‘Bu Kürtler de çok oluyor’ korosuyla işim olur. Ne de dünyaya kendilerini merkeze alarak bakan Kürt siyasi hareketinin tezleriyle.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözlerine ve özellikle seçim sonrası uygulanan politikaya yüzeysel olarak bakanlar, Türkiye’nin Kürtlere karşı yeni bir sertlik politikası oluşturduğunu öne sürüyor. Hatta bu durumun 1990’lı yıllarda Süleyman Demirel’in karanlık himayesinde şekillenen ve Tansu Çiller-Doğan Güreş-Hikmet Çetin üçgenindeki uygulanan politikalara benzediğini düşünenler bile var.

Demirel ve Kılıçdaroğlu

Aslına bakarsanız, Kurtlar Vadisi’ne bunca yıl sonra bir Demirel portresinin girmesi, neresinden bakarsanız bakın hayırlı oldu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun kulakları çınlasın. Bülent Ecevit’i anlatmak üzere çağırdığı ismin, nasıl bir ‘kirli savaş’ hamisi olduğunu ya bilmiyor, ya da onu güvenli bir sığınak olarak görüyor. Her durumda Kılıçdaroğlu’nun Demirel’i baş tacı ilan etmesi kelimenin tam anlamıyla facia.

Tekrar yeni dönemin Kürt politikasına dönelim. Aslında olup biten sanıldığı kadar karmaşık değil. AK Parti’nin birinci ve ikinci iktidar dönemleri, sistemle yaşadıkları meşruiyet krizlerinin aşılması, iç politikadaki bazı dengelerin oturması ve Erdoğan’ın ‘ustalık’ dönemine hazırlık aşaması olarak görülebilir.

‘Ustalık’ döneminin kodlarını, iç politikada aramak nafile bir çaba olur. Aksine, Türkiye’nin bölgesel anlamdaki gücünün yükseldiği, paralel olarak bölgedeki rejimlerin birer birer yenilendiği bir döneme odaklanmak daha doğru.

Uygulamadaki yanlışları, tuhaflıkları savunuyor filan değilim. Ancak şunu görmezsek Türkiye’ye haksızlık etmiş oluruz. Ankara, Kürtlerin de içinde yer aldığı çok geniş bir coğrafyanın güvenliğini ve geleceğini planlayan, hayli zor ve bir o kadar da riskli bir işe soyunmuş durumda.

Bölgesel güvenlik

Esasen tüm bunları hafta sonu Başbakan Erdoğan’la yaptığı görüşmenin ardından Mesut Barzani bir cümleyle ifade etti: ‘Başbakan’ın politikası, bölgenin güvenliği için büyük bir katkı sağlayacaktır.’

Belli ki Barzani, bölgesel anlamda işlerin nereye gideceğini doğru okuyarak, konumunu ve siyasi pozisyonunu buna göre ayarlamayı başarmış görünüyor. Geriye onu yanına almayı başaracak büyük aktörün kim olacağı kalıyor. Barzani’nin kısa süre içinde önce Tahran, ardından İstanbul’da ‘görücü’ye çıkmasının arka planı da bu aslında.

Sorun, hala ayrılıkçı tezlerle, gecikmiş ulusalcı reflekslerle buna direnen Kürt siyasi aktörlerinde. Bu sürecin bölgesel anlamdaki en büyük kazancı, Soğuk Savaş döneminden arta kalan Kürt siyasi aktörlerinin tasfiyesi olacaktır.

Türkiye’nin gücünü kırmak üzere şekillenen bir siyasi hareketin, kendi yapıp ettiklerini yok sayarak, sorunu hala hak ve özgürlükler zemininde devam ediyormuş gibi göstermeye çabalaması, kimse kusura bakmasın ama hiç inandırıcı değil.

Herhalde onlarca kez yazdım. Ama bugün tekrarında yarar var. Kürtler, kaderlerinin Türkiye ile ortak olduğunu gerçekten görünceye kadar, bir o yana bir bu yana savrulmaya devam edecekler.

Anlamadığım şu: Bunca yabancı tezin, projenin parçası olarak Türkiye’ye belden aşağı vurmak neden bu kadar makbul bir iştir de; yüzyıllarca kader ortaklığı yaptığı bir ülkeyle dünyaya birlikte bakmak bu kadar hor ve hakir görülmektedir?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi