Yaşar Değirmenci

Yaşar Değirmenci

Din Kolaydır!

Din Kolaydır!

Vahyin Dilinden

“İşte sizler Allah yolunda harcamaya çağırılıyorsunuz.İçinizden kimi cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah Ganiydir (hiçbir şeye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır.) zengindir siz ise fakirsiniz. Eğer ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.”
(47 Muhammed 38)

Allah Rasulünden

Rasûlullah (sav) bir tavaf esnasında Kâbe’ye hitaben şöyle buyurdular:
“Sen ne kadar temizsin, kokun da ne güzel! Sen ne yücesin, senin hürmetin de ne büyük! Muhammed’in nefsini elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki, bir mü’minin Allah katındaki kıymeti, senin kıymetinden daha büyüktür. Mü’minin malının ve kanının hürmeti de böyledir. Biz, mü’minler hakkında sadece hüsn-i zanda bulunuruz.” (İbn-i Mâce)

Günün Sözü

“Fikir sahibi olmaya mal sahibi olmaktan daha çok ehemmiyet verdiğimiz gün, hakiki zenginliğin sırrını bulacağız.”
Peyami SAFA

Din Kolaydır!

Bakara suresinde C. Hak “Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.” Buyuruyor. Peygamberimiz “Din, kolaylıktan ibarettir. Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” Bir başka hadiste “Din kolaydır, kim kendi kendine zorluk çıkarırsa mağlûb olur. O halde orta yolu tutunuz ” buyuruyor. (Buhari ve Müslim) Âyet ve hadislerde hal böyle iken zorlaştırmanın, dinimizi çok zor yaşanır bir din olarak takdim etmenin, ancak belirli bir zümreye mensubiyet olursa bu sayede kurtuluşa erilebilir şeklinde bir tasavvura sahip olmanın kime ne faydası var. Müslümanların şahsi hata, yorum ve değerlendirmelerinden doğan vahim sonuçları, iyi düşünmek icab eder. Kimsenin ebedî hayatıyla oynama hak ve selahiyeti yoktur. “Lâilahe illallah.

(Muhammedünrasulüllah)” diyen herkes sonuçta (iman ettiği için) cennete girecek. (Dinimizle ilgili meselelerde inkâr, istihza ve istifafa düşmediği sürece) İmanla giden herkes konumu ne olursa olsun, “Adn Cenneti”nde Peygamber Efendimizle beraber olmaya taliptir. Peygamberimizin iftihar ettiği Muaz bin Cebel’de, Allah yolunda kılıç sallayan cengaver Halit bin Velid’de, Kur’an okumada seçkin sahabe Ubey bin Kab’da, güzel sesli Musa el Eş’ari’de, mescidi temizleyen zenci kadın da Peygamberimizle beraber cennette olacaklardır inşaallah. Evet siyah bir kadın. Ne Kur’an ezberleyebildi, ne cihada gidebildi. Geldi Peygamberimize “Ya Rasulellah! Herkese bir iş düştü. Ben yapacak bir iş bulamıyorum. Zavallı bir kadınım ben. Hiç olmazsa şu mescidi süpürebilir miyim, izin verir misin?” dedi. Rasulüllah izin verdi. O da mescidi süpürme hizmetine devam etti. Bir müddet sonra Peygamberimiz baktı ki mescid eskisi gibi temiz değil. Mescidi temizleyen zenci kadını sordu. Kadıncağızın öldüğünü söylediler. “Niye bana haber vermediniz, O’nun cenazesinde nasıl bulunmam” diye üzüldü. Nereye gömdüklerini öğrenip kadının kabrinin başına gitti. Allah ve Rasulünün rızasına uygun işler yapan herkes (yapabileceğini yaparak) Peygamberimizle “Cennet”te buluşacak hale gelebilir.

Masum insan yok. Bir sürü verilebilecek örneklerden iki sahabenin durumundan bahsetmek istiyorum.

Hassan bin Sabit’i düşünelim. Ensardan. Evlerini, yer ve yurtlarını Peygamberine açanlardan. Peygamber Efendimizin “Allah; sizden, çocuklarınızdan, torunlarınızdan razı olsun” diye dua ettiklerinden. Peygamberimizin şâiri, savunucusu, avukatı. Bu zat Hz. Aişe validemize iftira (ifk hadisesi) edenlerden, iftiraya anlamadan bulaşanlardan. Bu “bulaşma”nın cezasını da çekenlerden. Buna rağmen Rasulüllah Efendimiz itmedi, kakmadı, affetdi. Hâtıb b. Ebi Beltea’yı düşünelim. Muhacirlerden. Yurdunu yuvasını, evini barkını, eşini-işini Mekke’de bıraktı. İmanının ardından, hicretin tozlu yollarına düştü. Allah Rasulü ile omuz omuza çarpışan Bedir eshabından. Kur’an’ın müjdelediklerinden oldu. Bedir ve Uhud gazisi idi. Mekke’nin fethi için Allah Rasulü ordu hazırladı. Ordunun hedefini herkesten gizledi. Eşlerinden bile. Fakat niyeti sezilmeyecek gibi değildi. Bazıları anladı. Onlardan biri de tecrübeli savaşçı sahabi Hâtıb idi. Oturdu durumu Mekkeli müşriklere bildiren bir pusula yazdı. Gizlice onu bir kadınla Mekke’ye yolladı. Allah Rasulü bu durumu özel kaynağı vasıtasıyla haber aldı. Hz. Ali’yi yanında birkaç kişiyle gönderdi. Tarif ettiği gibi kadını yolda yakaladılar. Kadın önce inkar etti. Ayrıntılı arama tehdidi karşısında çaresiz kalıp doğruyu söyledi.

Saç örgüleri arasında sakladığı mektubu çıkarıp verdi. Olay ortaya çıkmıştı. Düşmanla savaş sırasında işbirliği dünyanın her tarafında “vatana ihanet” suçu sayılırdı. Cezası ölümdü. Hâtıb Allah Rasulü’nün karargahına çağrıldı. Allah Rasulü durumu bir de Hâtıb’ın ağzından dinledi. İkrar etmişti. Fakat bunu “ihanet olsun” diye yapmamıştı. Ailesi Mekkelilerin elindeydi ve her an zarar verebilirlerdi. Onları bu şekilde koruyacağını düşünmüştü. Hz. Ömer kılıcını çekip Hâtıb’ı cezalandırmak istedi. “Bırakın da şu münafığın boynunu uçurayım!” diyordu. Allah Rasulü’nün verdiği cevap dillere destan bir cevaptı: “Bırak ya Ömer! Vallahi o Allah ve Rasulünü seviyor!” Konuşurken, düşünürken, yaşarken, yargılarken, hüküm verirken lazım olmaz mı bu ölçü? Hâtıb’ın ihanetvari davranışının arkasındaki mazereti bile dikkate alıp onun yüreğindeki sevgiye bakarak hükmünü veren Allah Rasulü’nün hassasiyetinden bize ne kaldı? Farzedin ki Allah ve Rasulünü de sevmiyor muhatabınız. Farzedin ki din kardeşliğiniz de yok. Hatta, kin güdüp nefret ettiğiniz birileri karşınızda. Bu durumda bile Kur’an’ın “Bir topluma olan kin ve nefretiniz sizi onlar hakkında adaletsizliğe ve aşırılığa sevketmesin!” düsturunu uygulamak zorunda değil miyiz? Hangimiz mükemmel Müslümanız? C. Hak insanlık şartlarını Peygamberlerinden bile kaldırmamış. İman, bir eğitim süreci. Müslümanlık; yerine göre yokuşlarda yürümek, düzlükte gitmek, virajlar dönmek, bayır inmek dinidir. Bize vesvese veren, mükemmellik hesapları yaptıran şeytandır. Herkesin eğitim süreci farklıdır. Bu süreç, bir günden, bir yıla, belki de bir ömre tekabül edebilir.

İman edip cepheye koşan, kitaplarımızda “namazsız şehid” olarak anılan sahabeden tutun da cünub iken şehid olan “meleklerin gusül aldırdığı sahabe”ye, Bakara suresini on iki günde ezberleyenden, on iki yılda ezberleyene kadar devam eder. Bu öyle bir eğitim süreci ki: Habeşli Bilal’i, Bilal-ı Habeşi Hazretleri yapar, Bu öyle bir eğitim süreci ki, Farslı Selman’ı ehli beytten Selmanı Pâk Hazretleri yapar. Bu öyle bir eğitim süreci ki; eşkiya Gıfari kabilesinden şaki Ebuzer’i said Ebuzer Gıfari Hazretleri yapar. Acımasız Hattab oğlu Ömeri, hassas, duygulu, merhamet, şefkat ve adalet timsali Hz. Ömer yapar. (Allah hepsinden razı olsun.) Allah’ın bunca rahmeti gökleri-yerleri kuşatmışken; kurtlar, kuşlar, yılanlar, çıyanlar, akrepler o rahmetten pay almışken niye dinin bu tarafını görmeyip, bu “rahmet-merhamet-şefkat deryası”na insanımızın girmesi için gayret göstermiyor, zorluklar, engeller çıkarıyoruz? Dini niye zora, yokuşa sürüyoruz. Müslümanların sayısının azalması hoşumuza mı gidiyor? Onlar cehenneme gidince sevinecek miyiz? Allah Rasulü “Ben sizin çokluğunuzla övüneceğim” buyurmuyor mu? Bu din sadece Rasulüllahın yanında ezan okuyan Bilal’lerin, dizi dibinden ayrılmayan eshab-ı suffe’nin, gözünün içine bakan Ebubekir’lerin, Ömer’lerin, Osman’ların, Ali’lerin dini mi? Ne zamandan beri bir çok insan cehenneme girerse mutluluk hisseder olduk? Bize bir “tasnif ruhsatı”mı verildi? Bu cüret niye? Kendi günah ve kusurlarını düşünmekten başkasının kusurlarını göremeyen bir bakış açısına ihtiyacımız yok mu? Herkesin had ve hududunu bilmesi gerekmez mi?

“Din kolaydır” Allah, bütün kullarına kolaylık murad etmiştir. En tabii şartlarda her insanın, Allah’ın rızasını kazandıracak ameller işleyebilme fırsatı var. Allah’ın cennetine girmeyi murad edenlerin “Allah’ın bir kuldan azıcık razı olması herşeyden daha büyüktür” hitabı var. Her hal ve şartta yaşanan, her zaman ve mekana hitab eden, yaşandığı takdirde dünyevî ve uhrevî saadet vaad eden bir dinimiz var. Bizim için gönderilen Kitabımız Kur’an-ı Kerim var. Herşeyden önce rahmetinden ümidimizi kesmememizi isteyen bir Rabbimiz var. Allah’a imanımız var, neyimiz eksik. Ya imanı olmayanın nesi var?

Dili tad alma hassasiyetini kaybedenler, leziz yemeklerin tadını alamaz. Koku alma özelliğini kaybetmiş bir buruna hangi koku tesir eder? Görme melekelerini yitirmişlere renkleri anlatamazsınız. Hiç ayakkabı giymemiş bir ayakta en kaliteli ayakkabı , ayağı sıkabilir. Kabahat, tad almayan dilde, görmeyen gözde, giymeyen ayakta, duymayan kulakta, hissetmeyen yürekte. Sonuçta “mühürlü kalp” haline gelen, iman etmemiş kalbin sahipleri hariç, “tevbe kapısı” açık ve kıyamete kadar da kapanmıyor. Rabbimiz bizden kapasitemizin üzerinde birşeyler yapmakla bizi mükellef tutmuyor. Kaldıramayacağımız hiçbir yükü Allah kullarına yüklememiş. Ölçü ve denge ümmetiyiz biz. Dostluğumuzda da düşmanlığımızda da ölçüyü kaçırmayız. Peygamberimiz “Allah için birbirini sevenler arşın gölgesindedir” buyurur. AllahüTeala “Hani benim için birbirini sevenler?” diye dâvet eder. Severken de aşırı gitmemiz istenmez. Araya bir soğukluk girecek kadar pay bırakmamız istenir. Düşmanlık yaparken bile bir gün dönüş payı bırakmamız gerektiği üzerinde durur, yarın yüzyüze geldiğimizde mahcub olmayalım diye. İnanmayana bile, iman ederse selamlaşacak bir pay bırakmamız arzu edilir. “İnsanlık payı” hep olsun ki konuşulup görüşülecek kurtarılabilecek vesileler yok edilmesin. Korkutmayalım, müjdeleyelim. Sevdirelim, nefret ettirmeyelim. Zorlaştırmayalım, kolaylaştıralım. “Din kolaydır!” çünkü...

Peygamber Efendimizin Hayatından

Helak olan kavimlerin başına gelenleri hatırlatan bir Peygamber

Ad kavminin helâk oluşuna sebep olan bulutların gökyüzünde belirmesi olayını hatırlayarak Resûlullah, gökte bulut gördüğü her defasında Âd kavminin helak edilişini hatırlamış ve bundan son derece tedirgin olduğunu bizzat davranışlarıyla ortaya koymuştur. Olayı Allah Resûlü’nün hayat arkadaşı ve O’nun bu durumdaki tedirginliğini ve psikolojisini en yakından görüp hisseden Hz.Aişe’den dinleyelim: “Allah Resûlü, gökte bir bulut gördüğünde bir oraya bir buraya gidip gelir, içeri girip çıkar, yüzünün şekli değişirdi. Gökten yağmur yağdığında tedirginliği sona erer ve rahatlardı.” Böyle davranmasının sebebini soran Aişe’ye Allah Resûlü şöyle demişti:

‘Gökteki bu bulut, “Nihayet azabın (ufukta) geniş bir bulut halinde vadilerine doğru geldiğini görünce ‘bu bize yağmur yağdıracak buluttur’ dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azap bulunan bir rüzgârdır.” (Ahkâf, 46/24) âyetinde bahsi geçen kavmin, yok oluşuna sebep olan olayda olduğu gibi, rahmet beklerken felâket getiren bir bulut olabilir.’

AİLE

Eşya mı bize, biz mi eşyaya hakimiz?

“Fıtrata dönüş”, sırf insanda değil; eşyada da olmalı. Evlerden başlanmalı mekanı düzenlemeye ve ona efendilik etmeye. Evlerde eşya mı bize, biz mi eşyaya hakimiz. Evimizi donatırken bizim isteğimize göre mi, başkalarının isteği yahut kataloglardaki resimlerin etkisinde miyiz? Eski mekan anlayışımızı hatırlayalım. Bizimle birlikte soluk alıp veren, ruhumuzun ihtiyaçlarını önceleyen, fıtrata uygun tarzda düzenlenen bir inisiyatife sahiptik. Bu anlayış mekanı, tabiatın devamı gibi görüyordu. Orada tabiat sokaktan bahçeye, bahçeden avluya, avludan sekiye, sekiden odaya odadan bacaya geçiriliyordu. Lüzumlu olan herşeyi barındırırdı. Gözü, gönlü, keseyi ve takati yoran herşeyi evin dışında tutardı. Bu anlayış “Mobilya” fikrini reddeden bir tasarımdı. Tası, tahtayı, eşyayı nakış nakış işleyen bir yapıydı bu.

Onlara kendinden adeta bir ruh üfleyerek eşyaya can katıyordu sanki. Ecdad isteseydi mobilyanın her çeşidinin de alasını yapardı. Küçümsedikleri ve faydasız gördükleri için evlerine mobilya sokmadılar. Mekanlarını ruhun ihtiyaçlarını ön planda tutarak tasarladılar. Gardrop ihtiyacını yüklüğe, koltuğu sedire, masayı siniye tercih ettiler. İç mekana derinlik, aydınlık, sükunet, ferahlık sadelik kazandıran huzur veren yaşadığını hatırlatan bir anlayışa sahiptiler. Yatak odaları adım atılmayacak ölçüde sabit ve şekilsiz mobilya molozlarıyla tıknefes edilmemişti. Sehpa, vitrin, komodin, şifonyer, kanepe, masa, sandalye gibi mekanı boğan, insana yer bırakmayan, insanı dışlayan bir eşya-mekan anlayışı yoktu. Ecdad rahleyi bile katlanıp açılabilen kullanışlı yapmıştı. Onlarsız yapamayacağımızı sandığımız pek çok eşya teferruatını tahayyül bile etmezlerdi. Eşyaları azdı, ihtiyaçları sadeydi; evleri daracık mekanlarda bile geniş, iç açıcı ve huzur telkin ediciydi.

DUA

Allah’ım!

Senin af ve mağfiretinin dairesi, bizi bela ve musibetlerden uzak tutacak kadar engindir.

Bize rahmetinle muamele buyur.Gazâbından bizi emin kıl Yâ Rabbi!

Allah’ım!

Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz hatalarımızı, günahlarımızı bağışla. Bizlere merhamet eyle Yâ Rabbi!

Allah’ım!

Kalp katılığından, gafletten, azgınlıktan, zilletten, tembellikten, küfürden, fısktan, nankörlükten ve iki yüzlülükten sadece Sana sığınıyoruz. Sen bizleri koru Yâ Rabbi!

Güç yetiremeyeceğimiz belâ, fitne ve musibetlerle bizi imtihan eyleme Yâ Rabbi!

Allah’ım!

Belâ ve musibetlerle daima yüz yüze olan ve çoğu zaman çaresiz kalan, biz çaresiz kullarının yegâne çaresi Sensin. Sana yalvarıyor ve halimizi Sana arz ediyoruz. Celâlinden, Cemâline, Kahrından, Lütfuna sığınıyoruz. Bizlere rahmet eyle Yâ Rabbi!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yaşar Değirmenci Arşivi