Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Balıknâme

Balıknâme

Arabada seyir hâlindeyken, “Bilge Hocam bu fakire hep fikir azığı olan dergiler getiriyor, ne güzel” demiştim. Bir Hocam nükteli üslûbuyla “Bilge Hocan dergi verir, biz balık veririz” demişti ve bu icazlı sözünü uzun süre anlamamıştım. Bir sohbetinde de “yazarlar adama kitap okutturur, biz balık tuttururuz” deyince kendimden geçtim ve o gün bugündür düşünmeye başladım.

“Bu sözündeki mâna nedir?” diye mutasavvıfların, muharrirlerin ve âlimlerin balık hakkında yazdıklarını okumaya başladım. Anladım ki, Bir Hocam’ın balığa gitmesi ve balıkçı şâkirtler yetiştirmesi, mâna ehlinin tâlimlerindenmiş. “Balık veririz” derken, “gönle ve dimağa balığın mâna âlemindeki sırrını düşürürüz” diyormuş da fakir anlamamış.

Dahası, fakirin cenâhı olan yazı üstü fikir tâlimciliğinin “azat kabul etmez kölesi” olan İsmail’in, Bir Hocam’ın balık tâlimine hızla dahil oluşunu kavrayamamış, hattâ içimden “yalnız kalıyorum” diye sokranmıştım. Ona, “bir hâlden bir hâle geçişin nedir?” diye sorduğumda şu anlamlı cevabı vermişti: “Bir Hocam dedi ki: ‘seni, daha önce ısrar etmene rağmen balığa götürmedim. Çünkü sen balığa hazır değildin. Bilge Hoca’nın kapısına göndermiştim. Artık, balık üstüne seyr u sülûkunu tamamlayabilirsin.”

Öyle ki, İsmail’in kısa zamanda balık tâliminin en şahbaz müridi olup çıktığını, tuttuğu bir balığı okşayıp suya bıraktığını duymuştum. Ayrıca bir sırrını vermişti fakire. Anlattıklarından cezbeye kapılmıştım: “Bir Hocam’ın, balığı ‘bilme ve tanıma bilgisine’ şahit oldum. Ona, ‘hocam, seccadeyi suya ser de beraber bir namaz kılalım, balıklar da sizi seyretsinler’ dedim. Hocam ‘tamam da sen rahat durmaz, herkese yayarsın’ dedi.”

Bir Hocam’ın yazdığı “Balıklı Şiir”in ne mânaya geldiğini yeni anlamaya başladım. Balık sevdalılarına şifa niyetine takdim ederim: “İlk defa bir balık tuttum / Sevinçten dilimi yuttum / Adın neydi unuttum / Sazan mıydın, üretim miydin?”

Balığın, derviş için “susma”, yani tasavvuftaki “sükût eri” mânasına geldiğini, Bilge Hocam’ın, Bir Hocam’ın şahsiyeti üstüne yazdığı bir mısradan öğrendim: “Kuşlardan uçmayı öğrendi / Balıklardan susmayı.” Onun, Bir Hocam’ın balıkların derûnunu bilmesi hakkında yazdığı mısraların mânasını geç fark edişime üzüldüm: “Balık tutar bir efendi / Biri Yunus, biri kendi / Gölün suyu mu tükendi / Hani Hocam balık nerde? / Aşk oltası mı suya attığın / Zokanın ucuna nedir taktığın / Bize de Hocam yoktur baktığın / Hani Hocam balık nerde? / Su azizdir Hocam, azizdir aziz / Balık değil Hocam, ülfetdir leziz / Zıplayan balıktır, bekleyen biziz / Hani Hocam, balık nerde?”

BALIKLA ARANIZ NASIL?

Balık bir yiyecek ürün müdür, yoksa fikir midir? Gönlünüzü her hafta yoklayan balık donuna girmiş sevgili bir dost mudur? Sizi suların kıyısında bekleyen bir zümrüdüanka mıdır? Tuttuğu balığı kendisi yiyenler veya satanlar var. Balığı tutup suya bırakanlar veya eşine dostuna ikram edenler var.

Aklî balıkçı mısınız, mânevî balıkçı mı? İlme’l yakîn balıkçı mısınız, ayne’l yakîn balıkçı mı? Hangisine dahilsiniz? Siz en iyisi Bir Hocam’ın balıkçılığına dahil olun. Onun balıkçılığında çeşitli tecellîler var. Bağlılarının balık tutmadaki sabrına, balıklara karşı muamelesine, tuttuğu balığı suya bırakıp bırakmadığına bakarak, seyr u sülûka devam edip edemeyeceğini anlar.

Balık tutmayı seyr u sülûka dönüştüren Bir Hocam balığın zâhirini bildiği gibi, bâtınını da biliyor. Onunla balığa giden şâkirtleri balıkçılığın zâhirinde midirler, yoksa bâtınında mıdırlar? Yani balık tutmanın marifetinde midirler, hakikatinde midirler? Bu sualin cevabını fakir elbette bilemez.

Balık demiş ki: “Etimi yiyen doymasın, avımı yapan onmasın.” İnşallah bâzı şakirtler, “balığı baştan kokutmazlar.” Şair Hasan Ejderha’nın mısraındaki “Oltasından balık kaçan bir beyin / Beyin depremlerini…” yaşamasın kimi balıkçılar.

Dîvan şairi Hayâlî’nin “Ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler”, yani “denizin içinde olduğu halde denizden bîhaber olan balıklar” mısraındaki balıkların kimler olduğunu Bir Hocam’a sorma zamanı geldi artık.

BALIĞIN BÂTINI HAKKINDADIR

Âyette buyuruluyor ki, “Zünnûn (balık sahibi Yunus) hatırla! Hani o, öfkelenerek gitmişti de, kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonunda karanlık için ‘Senden başka ilah yoktur, Sen münezzehsin, ben haksızlık edenlerden oldum’ diye seslenmişti. Derken (denize atılmış ve kendisini balık yutmuştu.”

Erbabı bilir ki, Yunus (a.s.) balığın karnında kırk gün imtihan olur. “Balığın karnı mekânım oldu” der ve imtihanına rıza gösterir. Balığın yutmasından mâna, nefs-i emmaresini aşıp sabretmek ve Rabbine teslim olmaktır. İnsanın benliği anlamına gelen balık, suyla buluştuğunda nefs-i emmaresini aşacaktır. Zamanımızda denize atılıp balığa yutulmak isteyen balıkçı var mıdır?

İsa (a.s.) Allah’a dua eder ve “balığı bana göster” der. Allah (c.c.) , “Deniz kenarına var. Orada acayip bir yaratık göreceksin” buyurur. İsa (a.s.) deniz kenarına varır. Denizden bir balık başını dışarı çıkarır ve göğe doğru yükselerek gözden uzaklaşır. Allah (c.c.), “bu balık gibi tam günde yetmiş bin balık gıdası yarattım” buyurur. İsa (a.s.) hayretten bayılır.

İbn-i Arabî Hz.leri, “Cennetin, tesirinde kaldığı dört burçtan birinin de balık burcu olduğunu” belirtiyor. “Bu burçlar toprak, hava, su, ateş gibi unsurlardan olup, dünya ehlinin unsurlarına benzer.” Üdebadan birinin dediğine göre, balık burcundan olanlar ve rüyasında sıkça balık görenler, yardımsever olur, kendilerine ihtiyacı olanlara yol gösterir, mücerret düşünmeye yatkın ve ince ruhlu olurlarmış. Rüyada Yunus balığı görmenin kısmet anlamına geldiğini söylüyorlar. Demek ki âlimlerin, talebelerine “ilim deryasında balık gibi yüz, bir sahilden bir sahile geç” demesi bu sebeptenmiş.

Said Nursî Hz.lerini dinleyelim: “Balıklıktan maksat, mâna-yı ismidir, kabarcıktan maksat ise, mâna-yı harfidir. Çünkü suda yüzen balık bir zâttır (benliktir). Kabarcık, balığın kabarcığa dönüşmesi, benliğin inkâr ve varlık bakımından suya intisab etmesi mânasına gelir. Eşyayı tecrit ve tefrid ancak bu yolla görülür. Bu, tevhidin tâ kendisidir. Yani, insanın eşyayı kendi zâtı aracılığıyla görmesi şirktir. O halde balıklıktan kabarcıklığa dönmek bu mânada bir misâldir.”

Anlatılır ki, Hızır ile İlyas Âleyhisselâm, âb-ı hayatı, yani hayat suyunu bulmak için vazifelendirilmiş. Hangisi suyu bulursa diğerine haber verecekmiş. Bir müddet sonra bir pınarın başında buluşup karınlarını doyurmak istemişler. Hızır (a.s.) yanında getirdiği pişmiş balıkları çıkarmış, pınarda elini yıkarken bir damla su balığa sıçramış. Balık o ânda canlanıp suya karışmış. Böylece Hızır (a.s.) suyun âb-ı hayat olduğunu anlamış.

Balık, âyetlerde tavsiye edilmiştir. Nahl sûresi 14. âyette “Denizden taze et (balık) yemeniz ve ondan takınacağınız bir süs eşyası (inci) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur.” İbrahim Hakkı Hz.leri, “ayın ilk yarısında balıklar su yüzüne yakın olup yağlı ve güçlü iken, ayın ikinci yarısında balıklar dibe kaçıp, güçleri ve yağları azalır. Balık burcunda iken deniz seyahati iyidir, ortaklık ticareti iyi olur” diyor.

Balığın eski Türkçe’de şehir ve çamur anlamına geldiğini, İlteriş Kağan’nın devleti yeniden teşkilâtlandırdığını işiten Türklerin “balıktakiler dağa çıkmış, dağdakiler de aşağı inmiş” diyerek sevindiklerini, Türklerin, akın yaptıkları Çin şehirlerinden balık diye bahsettiklerini, Uyguların başşehrinin adının “Beşbalık” ve önemli şehirlerinin adının da “Yengibalık”, “Yangıbalık” olduğunu, Hazar Türklerinin başşehrinin de “Hanbalık” ismini taşıdığını öğrenince Bir Hocam’ın nâmına sevindim.

“KAÇAN BALIK” MÜRŞİD-İ KÂMİL İMİŞ

Kıssa-i Mûsa’da, kaçan balığın hikmeti anlatılır. Musa (a.s.) “hakikat yolculuğunda, yani iki denizin birleştiği yerde balığı kaybeder. Denize kaçan balık, Musa (a.s)’nın Hızır (a.s.)’la karşılaştığı ve ona tâbi olduğu yerdir. Kaçan balık, hakikat bilgisini anlaması için Musa (a.s.)’ın Hızır (a.s)’la karşılaşmasına vesiledir. Allah (c.c.) bu buluşma noktasının yerini, balığın kaçışını vesile kılarak gerçekleştirmiştir.

Tasavvufta, “kaçan balığın büyük olduğu” sözünün ne mânaya geldiğini öğrenince vecde geçtim. Meğerse “kaçan balık”, Bir Hocam’ın şâkirtlerinden Yunus’un ve Doktor’un kaçırdıkları balıklar değilmiş. Ölmeden önce kıymeti bilinmeyen ve dizi dibinde oturulup ders alınmayan Mürşid-i kâmil imiş. Âlimlerin yazdığına göre, “gaflette olduğumuz için ‘tuzlayıp’ rafa kaldırdığımız balık, gönül âleminde dolaşan ve iki denizin birleştiği yerde Musa (a.s.) ile Hızır (a.s) buluşmasına vesile olan bir balıktır. Balık, rızıktır, dünyalıktır önce. Bir sonrasında ise balık bilgidir, hikmettir.”

“BALIKLARIN KURULUKLA CENGİ VAR”

Hz. Mevlâna, “Oltadaki et, balığın canını almak içindir. Onu ihsan sanan helâk oldu” der ve Mesnevî’sinde balığın hikmetini şöyle anlatır:

“Bir gemide bir derviş yatıp uyuyor. O sırada gemide bir kese altın kaybolur. Bulunamayınca, dervişi hırsızlıkla itham ederler ve üzerini soyup bakmak isterler. Derviş, ‘Ya Rabbi, masum kulununu suçluyorlar, hâlimi Sana arz ediyorum’ diye niyazda bulunur. Hak Teâlâ, onun üzülmesine râzı olmadığından balıklara emreder ve o ânda denizin her tarafından sayısız balık başını çıkarır. Her balığın ağzında kıymetli inciler vardır. Derviş, balıkların ağzından birkaç inci alıp geminin ortasına atar. ‘Haydi, giden gemi sizin olsun, Hakk benim olsun’ der.”

Mesnevî’de kulların durumu balık teşbihi ile anlatılır: “Belki O tek renk deniz gibidir, O’na dolanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler. Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var. Misâl olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki? Yüce Mevlâ padişah, O’na benzer. Varlık âleminde yüzbinlerce denizler ve balıklar Onun ikram ve ihsan huzurunda secde ederler.”

Tasavvufta balık, Hak yolda yürüyen dervişlere benzetilir. Bir misâl: Genç balık yaşlı balığa, “Su diye bir şeyden bahsediyorlar, göstersene?” der. Yaşlı balık,“Siz O’ndan başka bir şey gösterin ki, ben de size O’nu göstereyim” der. Balıklar nasipli yaratıklardır ki, İskender Pala’nın ifadesiyle Yunus Emre Hz.lerinin şiirlerinin binlercesi balıklara nasip olmuş.

Zamâne balıkçılarının balığı bilmediklerini bir dinî menkıbeden anladım. Balık, “rızık ve sabır” mânasına geliyormuş. Allah (c.c.), cumartesi günü balık avlamayı yasak kılmış. O’nun (c.c.) emriyle cumartesi günü balıklar o kadar çoğalıyormuş ki, denizin üstü balıktan görünmez oluyormuş. Ertesi günü olduğunda balıklar azalıyormuş.

Tamah ehli “bu nasıl iştir ki cumartesi balık dolup taşıyor, onlara dokunmuyoruz. Ertesi gün oluyor balık tutmakta zorlanıyoruz” demiş. Sâlih kullar, “balıklar bol olduğu zaman tutmamak O’nun imtihanıdır, endişe etmeyin Rabbimiz rızık vericidir” demişler, fakat tamah ehli dinlememiş. Şeytan, tamah ehline telkinde bulunmuş: “Denizden karaya arklar yapın, cumartesi balıklar bu arklara akar, siz de ertesi günü onları tutarsınız.” Malûmdur ki şeytanın amacı, Allah’ın emirlerine uymamaya kapı açmaktır.

“NAMAZ BULUNUR, AMM HAMSİ BULUNMAZ”

Evliya Çelebi de balık lafı çoktur. Karadenizlilerin balıkla olan ülfetleri o derece ileridir ki, şapırdatarak anlatır: “Bir kere sûr urunca azâmet-i Hudâ, eğer cemâatle namazı kılar istimâ’ederse (duyarsa) elân namazı bırağup hamsi balığına seğirdirler. ‘Namaz bulunur, ammâ hamsi bulunmaz’ deyü câmi’de imam ve müezzin dahi namazı bozup ‘ahçaçuğumla bir makrama hamsi ver’ deyu seğirdirler.”

Onun, Urfa’daki Balıklı Göl’le ilgili anlattıkları da anlamlı. Sultan Dördüncü Murad, Bağdat Seferi’ne giderken “İbrahim Tekkesi”ni ziyaret eder. Bu tekkenin içindeki gölden iki balık yakalatarak, balıkların kulaklarına birer altın küpe geçirir. Ehl-i dil bilir ki, Hz. İbrahim’i ateş atmak için yakılan odunlar Allah tarafından birer balık olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki bu balıkların manevî hususiyeti vardır.

Evliya Çelebi’nin kendisini dinleyelim: “Tuna Nehri’nde bir adada Baba Sultan adlı bir ermişin mezarı var. Allah’ın hikmeti yılda bir kere Tuna’nın bütün balıkları bu Baba Sultan Adası’nın kenarına yığılır. Balık kalabalığından Tuna üzerinde balık yağı akar. Balıklar Baba Sultanı ziyaret ederler. Balıkların ziyaret günlerinde kimse balık avlamaz. Birçok kimseler balıkları ellerine alıp yine suya bırakırlar. Balığın dili yoktur. Çünkü ağızlarını açıp su içtikleri vakit ağızlarının içine baktım. Asla dilleri yoktur.”

BALIĞI ARAYAN ADAMLAR

Sait Faik, fikri fikrime uymasa da balıklara pek acıdığı için balık üstüne yazdıklarını okudum. “Oltaya tutuldu mu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Kocaman gözleriyle mahzun mahzun insana bakar. Sesini işitemezsiniz...” satırlarından fazlaca duygulandım.

Keza, gaye farkı olsa da, Hemingway’ın “İhtiyar Balıkçı”sını da samimi buldum. Bütün olumsuzluklara rağmen balık tutmaktaki umudunu hiç yitirmez. Zayıf, kavruk yüzü kırış kırış, elleri yarı yarık olan “İhtiyar Balıkçı” ömrünün sonuna kadar daima oltasına bakar ve balıklarla ilgilenirmiş. Yazar Nuri Pakdil’in de balık üstüne görüşleri var: “İyi balık avlayan gibidir iyi yazar. Yazar, direnmede ustalaşmadı mı, balık avına çıkmamalıdır. Alıklığa karşı ön safta çarpışır balık.”

Çinli bilge Lao Tzu’nun, “Birine bir balık verirsen onu bir gün beslersin. Ona balık tutmayı öğretirsen hayatı boyunca beslemiş olursun” sözü de balıkçıların, tâlimlerine katması gereken bir sözdür. Hint mitolojisinde, insanlığın ilk atasının balık olduğu anlatılıyor. Tufan sırasında “Tanrı Vişnu balık olup insan Manu’yu sırtına alarak kurtarıyor ve insan soyunun devamını yeniden sağlıyor.”

Müslüman bir âliminin şu sözünü, Bir Hocam’ın bazı balıkçı şâkirtlerine yazıp vereyim demiştim: “Melankoliklerin meşguliyetle tedavi edilmeleri arasında balık tutma uğraşısı da vardır.” Kimi âlimlere göre de balık tutmak, tedavisi olmayan bir hastalık.

İnsanların az önce söylenen şeyleri hatırlamayışına “Balık hafızalı” diyerek alay edildiği malum. Bu yakıştırmayı balığa saygısızlık kabul ederdim. Dediğim çıktı. Balık, kendini helâlinden pişirip yiyenlerin hafızasını genişletirmiş. Elin gavuru söylüyor bunu. Balık yemenin “alzheimer” hastalığına, yani hafıza kaybına iyi geliyormuş.

Balığı, harama meze yapanlar var. Bir denî şairin, “Rakı şişesinde balık olsam” mısraı, bahr-i deryada Allah’ın esmâ’sını zikreden ve helâlinden bir nimet olarak yaratılan balığa ne büyük hakarettir. O şairin, Bir Hocam’ın “balık zikirdir” sözünden haberi olsaydı, “Dervişin tuttuğu bir balık olsam” diye yazardı şiirini.

AĞLAYAN BALIĞI ÖPÜP SUYA BIRAKAN BALIKÇI

“Ağlayan balıklar” da varmış, onu da derviş kalpli balıkçılara methiye olsun diye anlatayım. Bir olta balıkçısı oltasını yemleyip suya atmış ve kısmetini beklemeye koyulmuş. Takımı vurmaya başlayınca çekmeye başlamış. Gelenin Kırlangıç Balığı olduğunu görünce çok sevinmiş. Coşku içinde balığı iğneden çıkarırken, balıkçılık hayatı boyunca ilk defa bir balığın bebek gibi ağlama sesine benzer bir ses çıkardığına şahit olmuş. Sevinç havasının yerini matem havası almış. “Bir bebeği nasıl kovaya koyabilir ve ölmesini bekleyebilirim” demiş. İçindeki babalık duygularıyla o bebeği öperek suya bırakmış. Böylece bebek tekrar anasının kucağına dönmüş.

Bir balığın başına gelenleri, midesine düşkün balıkçıların yüreğini kanatmak için anlatmak istiyorum: “Derin sularda yüzen bir sevimli balık varmış. Dostları, her sabah ona tembih ederlermiş: ‘Sakın sahile yakın yüzme, oltaya takıldın mı geri dönüşü yoktur.’ Merakını yenememiş, ‘suyun dışında nasıl bir hayat var, bir denesem mi?’ demiş. Kıyıya yaklaşır yaklaşmaz ağzına saplanan iğne ile dünyası kararmış ve kendini suyun dışında bulmuş. Çırpındıkça acısı artmış. Feryadını kimse duymamış. Kocaman bir el, iğneden çıkarıp kovaya atmış ve oracıkta can vermiş. Sonra yeni bir dünyadan sesler duymaya başlamış. Kovadan bakınca sudakinden daha geniş bir dünyayı ve gökyüzünü görmüş. ‘Deniz hapishaneymiş, kurtuldum, cennetteyim’ diye sevinmiş. Fakat sevinci mutfağa kadar sürmüş.”

“BENİ BİR DERVİŞ TUTSA BAHTIM AÇILIR” DİYEN BALIK

Muradını almayan balığın hikâyesinde ise tasavvufî bir anlam vardı: Bir fakir balık varmış. Sığ sularda yüzer dururmuş. Bir gün beni bir derviş tutsa bahtım açılır demiş ve bir dervişin oltasına varıp kendini atmış. Oltayı çeken derviş gelen balığa bakmış ve “daha muradını almamış bu balık, varsın bahr-i deryada biraz daha murad alsın” diyerek sulara bırakmış balığı.

Balık müptelâsı bir şairin duygularını ancak Bir Hocam anlayabilir: “Erkenden kalkarız saat beş gibi / Üst baş kirlenir olur leş gibi / Krize tutulmuş esrarkeş gibi / Balığa çıkmadan durulur mu üstad? / Balık dolunca iğnelerin hepsine / Nasıl da gerilir elindeki misine / Eve götürüp dizeceksin tepsine / Balığa çıkmadan durulur mu üstad? / Vurmayınca balık gezin babam gezin / Zargana mı tutacaksın, yanında olsun bezin / Sırf evden alamadın diye izin / Balığa çıkmadan durulur mu üstad?/ Ya kısmet deyip oltayı atacaksın / Belki Kayabalığı, ya da Mezgit tutacaksın / Hayatına ayrı bir keyif katacaksın / Balığa çıkmadan durulur mu üstad?”

Yeni yetme balık tutkunlarını vecde geçirecek cinsten şu mısralar da fena değil: “Balık sudan çıktı ve benim için öldü / Sen sallarken oltayı ışıklı sulara / Ben balıkları yemliyorum acıkmışlardır diye.”

Bir habere göre, “Japon alabalıklarının dev akvaryumda mutlu olduklarını ve ölümden hiç korkmadıklarını” söylemiş bir bilim adamı. Bunun doğru olup olmadığını ancak Bir Hocam bilir.

Hâsıl-ı kelâm; Bir balık efendisinin peşinden balığa gitmek gerek

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi