Faruk Çakır

Faruk Çakır

Silâhlanma baharı mı?

Silâhlanma baharı mı?

Halkı Müslüman olan ülkelerin en büyük yarası, bu ülkelerin yöneticilerinin ekseriyetle yabancı kafa yapısına sahip olmasıdır. Dünyaya hükmeden ülkeler, hürriyet ve demokrasi nimetlerini kendi vatandaşları için uygun bulurken, İslâm ülkelerinin bu nimetten istifadesini istemezler. Bu sebeple de yakın zamana kadar bu ülkeler despot yöneticiler tarafından idare edildi.
Irak örneğinde olduğu gibi, baskıcı yöneticileri uzun süre desteklediler ve belli bir noktaya gelince de o yöneticileri harcadılar. Son ayların tartışmalı konularından biri olan “Arap baharı”nda da bu tavrın izlerini görmek mümkün. Halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu bu ülkeleri yönetenlerin, halktan kopuk olması sadece bu günün meselesi midir? 10 ya da 20 yıl önce aynı şekilde bu ülkelerin yöneticileri halktan kopuk ve onlara tepeden bakar cinsten değil miydi? Ve bu yöneticiler, dünyanın önde gelen ülkeleri tarafından hararetle desteklenmiyor muydu? Bugün iktidardan uzaklaştırılan liderler, o gün el üstünde tutulmuyor muydu? Dolayısıyla “Arap baharı” öncesi yaşanan “kış”tan en başta kendisini dünyanın jandarması ilân eden zengin ülkeler sorumludur.
Elbette sorumluluğu sadece “başka devlet”lere yıkarak hadiseyi izah edemeyiz. Her ülkede olduğu gibi, Müslüman ülkelerde de “Gelen ağam, giden paşam” diyen bir anlayış vardır ve zalim idareciler de bu tavırdan istifade ediyorlar ve ettiler.
Neyse, dünyanın şartları değişti ve zalim idarecileri taşımak “yabancı devlet”lerce de mümkün olmaktan çıktı. Diğer sosyal ve siyasî şartlar da oluşunca, kader de fetvasını verdi ve zalimler devrilmeye başladı. Buna rağmen halen iş başında olan onlarca zalim idareci de var. Acaba, o zalimlerin desteklenmesi ne zaman sona erecek? Yoksa, bir kısım zalim idarecilerin ‘kullanma süresi’ daha dolmadı mı?
“Arap baharı”ndan kimlerin kârlı çıktığı da tartışılıyor. Elbette, zalim idarecilerden kurtulan ülkeler kârdadır; ama bu kavgadan asıl kâr devşirenleri de görmeliyiz. Nasıl ki 11 Eylül 2001’de meydana gelen “İkiz Kule” saldırısı sonrası en kârlı çıkanlar silâh tüccarları olmuştu, benzer şekilde “Arap baharı”nı silâh sanayiinin kârlı baharına çevirenleri de görmeliyiz.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika hükümetleri, ‘Arap baharı’ gibi toplum hareketlerine karşı hazırlıklı olmak bahanesiyle 2015’e kadar toplam 118.2 milyar doları silâha harcayacakmış. Konu ile ilgili olarak hazırlanan bir rapora göre bölge ülkeleri 2010 yılında da silâh alımları için 91 milyar dolar harcamış. (Yeni Asya, 1 Mayıs 2012)
Bakınız, “Arap baharı”nı başlatan şartlar görünüşte bölgedeki silâhlanma yarışını sona erdirecekti. Ama bu işten en kârlı çıkanlar silâh tüccarları olmak üzere. Türkiye’de silâha harcanan paranın miktarını tam olarak öğrenmek kolay değil, ama gelişmeler ülkemizin de bu tuzağa düşme ihtimali olduğunu akla getiriyor. Öyle ya, her tarafı ‘düşman’la çevrili bir ülke silâh almasın da ne yapsın!
Ülkemiz, maruz kaldığı her darbe sonrası silâha daha fazla para ayırmıştır. Komşularımızla aramızın düzelmesini istemeyen ifsat şebekeleri, “Daha fazla düşman, daha fazla silâh” kampanyası açmış durumda. Bölgemizde “bahar” beklerken, silâh tüccarlarının tuzağına düşmemek lâzım. Hem Türkiye’nin hem de komşularımızın refah ve zenginliği için silâha ne kadar az para harcansa o kadar isabetli hareket edilmiş olur.
“Bahar”ın “silâh baharı”na dönüşmemesi için gayret sarfedilmeli, vesselâm.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Faruk Çakır Arşivi