Necmettin Türünay

Necmettin Türünay

Şehirler, camiler ve kamu binaları

Şehirler, camiler ve kamu binaları

Çamlıca Camii’ne veya Mimar Sinan Camii’ne ilişkin tartışmalar, yazılar insana haz veriyor. Bir zamanların Taksim Camii tartışmalarından sonra ilk defa oluyor bu!.. Dolayısıyla neresinden bakarsanız bakın, cami din sanat ve tefekkür hayatımızın merkezinde yer edinmeye başlıyor. Ayrıca şehirle, şehircilikle iç içe olarak bu konuların ele alınması apayrı bir gelişme!..


Fakat düşünün; Mevcut iktidar döneminde kaç üniversite kampüsü inşa edildi? Kaç Adliye Sarayı yapıldı? Hele o devâsâ hükümet binaları, vali konakları... Bir de bunlara ilâve olarak, yirmi yıldır yapılan Belediye Saraylarını, Kültür Merkezlerini düşünün!.. Toplu Konut binalarını, sitelerini saymıyorum bile.


Dikkat ederseniz, şehir ve belediye hizmetleri cümlesinden bu yapılar hakkında kimse bir şey söylemiyor. Mimari alanda da garip bir retorik almış başını gidiyor. Müslümanlığımızın veya muhafazakârlığımızın bu alanlara ilişkin söyleyecek bir sözü, birikimi bulunmuyor belki de!..


İşte o sükût dehlizlerinden geçtiğimiz sırada, Çamlıca ve Mimar Sinan camilerinin gündemimize girmesi, neresinden bakarsanız bakın hayırlara vesile olmuştur. Çünkü şehri, şehrin mimari görselliğini ve yaşadığımız şehirlerin ruhunu kurmakla biz görevliyiz. Mimariye nasıl bir şekil vereceğiz? Bu sorunun cevabı şudur:


İçimizde ne varsa, şehirlerimiz de ona göre bir şekle ve hüviyete bürünecek!.. Dolayısıyla bize bu noktada en büyük yardımcının geleneğimiz olduğu asla unutulamaz. Onun için ister mabedlerimiz, ister kamu binaları, hepsini böyle düşünmek kurmak ve planlamak mecburiyetindeyiz.


Yani nasıl bir romanı, filmi, sanat eseri olarak ele alıyor, onu muhtevası ve yerliliği açısından değerlendiriyorsak, her türlü büyük mimari eserler de böyle bir bakışla eleştirilmek durumundadır. Bu açıdan düşünülünce de her iki cami, bizim adımıza büyük bir başlangıç teşkil etmiştir ve bu bir ilktir.


İşte o Mimar Sinan Camii!.. On bin kişinin ibadet edebileceği devâsâ bir mabet!.. İstanbul’un finans merkezi Ataşehir’de inşa edilen caminin alt katlarında konferans salonları, eğitim alanları, otopark ve diğer bazı müştemilât bulunuyormuş. Caminin hemen yanı başında da 46 bin metrekarelik bir park yeri!.. (Bu kadar büyük alanların metrekare ile mi ifade edilmesi gerekir? Dönüm veya dekar ne güne duruyor?) Dolayısıyla üçer şerefeli dört minaresi ve 6 bin 500 metrekarelik dış avlusu ile Mimar Sinan Camii, şimdiden İstanbul’un en büyük camileri arasında yerini almış bulunuyor.


Fakat dikkat edin, bu büyük mabedin açılışı Ramazan girişine denk düşürülüyor. Anadolu’da inşa olunan her camiinin açılışı da böyle değil midir?


Peki yıllardan beri böyle büyük bir eser kademe kademe ilerliyor, gelişiyor ve tamama eriyor. Niye böyle bir heyecanın üzerine şimdiye kadar bir ışık düşmedi, bir kamera yönelmedi? Neden böyle bir inşa faaliyeti ve heyecanı ile kültür, düşünce ve sanat hayatımız alâka kurmadı? Çünkü Türkiye’de, bilhassa entelektüel sınıflar tarafından temsil olunan İslâmcılığın, cami ile alâkası fazla değildir de onun için!.. Yani kendine camiyi merkez alan bir tefekkürden ziyade, cedelci siyasetlere zebûn düşmüş tarafımız daha bir ağır basıyor da onun için!..


Eğer öyle olmasa, bu tür bir eserin her safhası bizi ilgilendirir; onunla sırf sonucu/açılışı bakımından değil, çeşitli açılardan da ilgilenmek durumunda kalırdık:


Meselâ böyle büyük bir eserin mimarı kimdir, siz biliyor musunuz? Herhangi bir kültür, sanat dergisinin sayfasının bu meçhul(!) kahramanla yaptığı bir röportajı hatırlıyor musunuz? Neden klasik-mimariyi tercih etmiş?.. Ya da yeni teknolojik imkânlarla klasik mimariyi nasıl izdivaç ettirmiş? Buna rağmen de acaba kendine mahsus yeni bazı denemelere başvurmuş mu? Ya da meselâ şimdiye kadar kaç cami projesi çizmiş? Her aşamada duyduğu heyecanlar, endişeler nedir?


İşte Allah’a adanmış bir eser karşısında böyle sorular soramadığımız; onun ne eski ne de yeni örneklerle alâkasını kuramadığımız için, cami etrafında tekevvün eden ne bir düşünce gelişiyor bizde, ne de ona ilişkin bir edebiyat!..


Ya da meselâ Allah duygulu tanınmış üç-beş mimarı yanımıza alarak, Ataşehir’e kadar gitmek!.. Kubbeleri, kemerleri, ışıklandırmayı, akustiği bir de onlara sormak, görüşlerini almak!.. Veya kubbelere, duvarlara, mihraba döşenmiş hatları kim yazmış? Hele birde koca caminin içindeki renk armonisi?


Ben o kanaatteyim ki, her biri büyük sanatkârlar olan o kıymetlere biz önem vermez, onları gün yüzüne bir çıkarmazsak, kimden bekleyeceğiz bu hizmetleri?.. Yani nazari planda önem verir gibi gözüktüğümüz bezeme, hat mimari gibi klasik sanatların uygulanmış hallerine karşı sergilediğimiz bu umumi lâkaydiyi nasıl izah edeceğiz?


Eğer sanıldığı gibi biz bu tür sanatlara önem veriyor olsaydık, neden onların bir okulu yok diye kara kara düşünür, ecdat yadigârı geleneğin ayak altından kurtarılarak gerçek bir değer seviyesine yükseltilmesi için çareler arardık. Ya da meselâ o kadar okul, eğitim, müfredat konuşan entelektüellerin gündeminde böyle bir mesele, böyle bir talep bulunurdu. Yani cami karşısındaki lâkaydi sırf kendisiyle sınırlı değil, kendimize mahsus değerler âlemimizin hemen bütününe şamil bir durum.


Gene meselâ, o büyük esere ön ayak olan Cami yaptırma derneği!.. Biz neden bu öncü sınıflara değer vermiyor, niçin onların hizmetlerini yüceltmiyor ve anlamlandırmıyoruz bilmiyorum. Kaldı ki bu noksanlığın altında yatan sebep bana ziyadesiyle acı veriyor. Çünkü biz asıl kendimize, kendimize ait olana değer vermiyoruz. Hâlâ daha kendimizi hayatın merkezi telâkki etmiyoruz. Bütün ağırlığı muhataplarımıza yönelik itirazlarımız teşkil ettiği için, kendimizi merkez almaya ve ifadeye yeterince fırsat bulamıyoruz. Dolayısıyla bunun şuuru doğmuyor bizde.


Daha doğrusu da uyduruk bir söze, ucûbe bir heykele veya geçmişte kalmış bir uygulamaya ayırdığımız vakit kadar, kendi ürettiğimiz değerler ne ifadeye, ne de tasvire imkân bulamıyoruz. Fakat bu tavır sonunda bir gelenek de oluşturuyor. Garabate bakın ki, kendi yazdığımız roman ve hikâyelerde de artık camiler yer almıyor!.. Camisiz, oruçsuz, ezansız, kandilsiz, Münâcaatsız ve Naatsız bir edebiyat başlıyor ondan sonra!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Necmettin Türünay Arşivi