Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

“Selülozofiller” ve “Bibliyofiller”

“Selülozofiller” ve “Bibliyofiller”

Bilginin, düşüncenin ve edebiyatın kapısını kitaplar açar. Milletlerin ilmî ve edebî mahsullerini kitaplarla öğrenebilir insan. Kitap ve insanın dostluğu semavî kitaplarla başlar. Sonra mukaddes kitapların izini süren ve şerh eden kitaplar sayesinde insan ve kitap arasındaki teati günümüze kadar her sahada içtimaî bir güç haline gelir; büyük medeniyetler ve kültürlerde iktidarını sürdürür.

Öyle ki, kitap ve insan arasındaki rabıta bazen aklın, faydanın haddini aşarak sevimli bir müptelâlığa ve patolojik bir iştigale dönüştüğü de olmuştur. Kıdemli sahaflar kitap tiryakilerine çarpıcı isim ve sıfatlar vererek, onları eğilimlerine göre tasvir ve târif etmişlerdir.
Cemiyetimiz kitapla haşir-neşir olana kitapsever (bibliyofil) veya kitap müptelâsı demiştir. Âlim, muallim, hocaefendi gibi cemiyetimizde karizması olan statüler için kitapla iştigal etmek hürmete şâyandır. “Faydasız ilimden Allah’a sığınmak” düsturundan uzak, malâyanî bir şekilde kitaba tutulanlar kitap hastası (bibliyoman) veya kitap delisi denilerek küçümsenmiştir.

“KİTAP HASTALIKLARI” DENİLEN BİR TIP SAHASININ DOĞMASINA ÜZÜLDÜM

Bu durumda olanlar bir çeşit hasta sınıfına sokularak kitaba olan iptilâ derecesine göre isimler, sıfatlar konmuş. Necmeddin Sefercioğlu, “Kitaba yönelik olan ruhî tepkiler, ‘Kitap Hastalıkları’ denilen bir tıp alanının doğmasını ve gelişmesini sağlamıştır. Bunların tedavileri ruh ve sinir hastalıkları uzmanlarınca gerçekleştirilir ” diyor.

Ancak dünyanın bütün ülkelerinde kitap deliliğini, kitap hastalığını ihtiva eden bir patoloji kliniği veya bir tıbbî branşın olduğu kesinleşmiş değildir. Kitap tiryakiliğini normal dışı ruhî bir sapmaya dönüştürenleri hasta olarak kabul eden modern tıp âlimlerinin gerekçeli bir görüşleri var mıdır? Meraka değer.

Resimli gazetenin ve televizyonun hâkim olduğu bir dünyada marjinalleşme sınırına gelen kitabın ve bağlılarının kemmiyet olarak tesir sahası azalsa da, keyfiyet bakımından cemiyetin zihin ve fikir gücünü oluşturduğu kesin.

“KAĞITTAN MAMUL HER ŞEYİ TOPLAYANLARA SELÜLOZOFİL DENİR”

Akademik câmianın yaşayan en ünlü kitap kurtlarından Prof. Dr. Ali Birinci’ye göre, insan-kitap ilişkisi çeşit çeşittir; kağıttan mamul her şeyi toplayan meraklılar vardır ki onlara Selülozofil denir. İşe yarayıp yaramadığına bakmadan her çeşit kitabı gözü kapalı satıp alıp kapaklarını bile açmadan üst üste yığanlar da bibliyomanlardır. Bibliyofillerse, kitabı hayatlarının tek ve büyük zevki haline getirmiş, okumasalar bile kıymetini bilen, değerini görür görmez fark eden hakiki kitapseverlerdir. Birinci’nin anlattıklarını her kitap tiryakisi dinlemelidir:

“YILLARCA PEŞİNDEN KOŞULAN BİR KİTABIN ELE GEÇİRİLMESİ OPERASYON ÇÖKERTMEKTİR”

“İnsanoğlunun en güzel icadı olarak kitabı görüyorum. Bibliyomanların bir adım ötesinde belli konularda belli kitapları şuurla toplayanlar vardır ki, her biri bir ‘ehl-i vukuf’tur. Yıllarca peşinde koşulan bir kitabın ele geçirilmesi operasyon çökertmektir. Ve çökertilen operasyonların sayısını bilen yoktur. Fiyatı ne olsa olsun, iyi kitap hemen alınmalıdır, nasıl olsa ödenir. Kitabı açmanın da usulü vardır. Sol ele alınır, kapak asla 180 derece açılmaz. Sayfalar sağ elin işaret ve başparmakları vasıtasıyla sağ üst köşeden açılmalıdır. İyi okuyucular, okudukları her kitapta mutlaka kurşun kalemle tashih ve ikmallerde bulunanlardır. Böylece matbu kitaplar, kıymetli notlarla yarı matbu-yarı yazma daha kıymetli kitaplar haline gelecektir. Ve hakiki kitapsever ödünç vermez.”

“KİTAPSEVERLİK İLE KİTAP MANYAKLIĞI ARASINDA İNCE BİR SINIR VAR…”

Keskin bir kitap sevdalısı araştırmacı Erol Üyepazarcı’nın anlattıkları insanı fikirlice ürpertiyor: “Ben bir mecanın-i kütüb’üm, yâni kitap mecnunuyum, delisiyim. Kitapseverlik ile kitap manyaklığı arasında ince bir sınır vardır. Ben o sınırdayım. (...) 29 bin kitabım var. Evimin banyosunda bile kitap var. Her tarafımız kitap. Kitap okumayı, kitap toplamayı çok seviyorum. Yarım asrı aşkın bir süredir kitap alıyorum. Bu sürede, kişisel kazancım bu kadar kitap temin etmeye elverdi.

Kendini “mecanın-i kütüp” olarak gören yazar Alpay Kabacalı, kitaplarla ünsiyeti sınırı aşmış vaziyette iken tedbir aldığını, kitaplarını kendi evine birkaç dakika mesafedeki başka bir eve yerleştirerek rahat ettiğini söylüyor. “Öyle bir an geldi ki kendimi tarttım ve kitap delisi olabilirim, bir şeye fazla bağlanmak doğru değildir dedim ve önlemimi aldım” diyor ve “Mecanın-i kütüp olduğunuz vakit esir olursunuz” diyerek kitap müptelâlarına tavsiyede bulunuyor.

“AH ŞU KİTAPLAR! NELER ÇEKTİM NELER CANAN ELİNDEN”

İlmî ve derin bir kitap tiryakisi olan Prof. Dr. Hayrettin Karaman l956 yılında 22 yaşında Konya İmam Hatip Lisesi birinci sınıfında talebedir ve evlidir. Bir câmide vazife yapmakta, fakat maaşı hem karın, hem de kitap açlığını doyurmaya yetmez. Müdavimi olduğu bir iki sahaf vardır. Kitapçıya bir önceki alışverişten borcu olduğundan her zaman çekinerek gider.

Bir gün kitapçıya uğrar ve yeni gelen kıymetli kitaplardan biraz seçerek bunları alacağını söyler. Veresiye olduğu için kitapçı gönülsüzdür. Az sonra o yörenin kitap kurdu Mustafa Efendi isimli bir hoca gelerek, Hayrettin Hocanın ayırdığı kitapları şöyle bir gözden geçirir ve hepsinin bedelini peşin öder ve alır. Peşin ödendiği için kitapçı yeni gelen müşterisine itiraz etmez ve paketleyerek verir. Hoca’ya dönüp bakmaz bile.

Hayrettin Hoca kitapçıdan çıkar, bisikletine biner ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak vazifeli olduğu câmiye doğru yol alır. Bu hâtırasını hoca şöyle bitiriyor: “Câmiye yaklaşınca hırsımı pedallardan almış, gözyaşları ile de yanan bağrımı soğutmuş olmalıyım ki sakinleştim.”

Kitap tiryakiliğiyle alâkalı bir hâtırasını da kendisinden dinleyelim:

“22 Yaşında evlendim, bir yıl sonra da ilk çocuğum doğdu. Ekonomik sıkıntı daha da arttı. Ben ikinci eşim olan kitaplarıma da harcama yapmak durumundaydım. Eşim haklı olarak bunca ihtiyacı karşılayamazken kitap almama karşı çıkıyordu. Onu kırmamak için aldığım kitapları bisikletin sepetliğine kıstırıyor eve geliyordum. Evden içeri girip hanımın meşgul olup olmadığına bakıyordum, elimdekini fark etmeyecek bir meşguliyet içinde ise hemen dışarı çıkıyor, kitapları alıyor ve kütüphanemin perdeli kısmına gizliyordum. Sonra hanım yok iken veya daha derin meşguliyet içinde iken muvakkat yerinden çıkarıp kitaplar arasındaki yerine yerleştiriyordum. Bu aşamalar bittikten sonra hemen her zaman, odada otururken hanım yeni kitapları fark ediyordu ve aramızda şuna benzer bir konuşma geçiyordu:

-Hayrettin! Şu kitaplar ne zaman oraya geldi?
-Hangi kitaplar, ha şunlar mı, onlar zaten orada değil miydi?...
-Şimdi lafı saptırma, ne zaman geldi ?
-Yahu hanım ne zaman geldiği önemli mi, işte gelmiş oraya girmiş!
-Allah sana insaf bana da sabır versin!
Hoca bu hüzünlü hâtırasını şu duygulu cümlelerle bitiriyor:
“Ah şu kitaplar! Neler çektim neler canan elinden.”

“ŞİFA KABUL ETMEZ DERECEDE AĞIR KİTAP HASTALARI”

Keskin bir kitap hastası olan merhum Nusret Özcan’a bu mevzuda müracaat etmeden geçmek saygısızlık olur:

“Evet ben de ya alamazsam korkusuyla beni günlerce rahatsız eden kitapları borç harç satın aldım ve bir aşk iştiyakıyla kütüphanemin en müstesna köşeciğine yerleştirdim. Ben de, gözüm kalan bir el yazması veya l943 yılında basılmış Balzac’ın Cemil Meriç çevirisi Altın Gözlü Kız romanını bulduğumda çocuklar gibi sevinerek bir üstünlük hissi duydum ve benzerlerime nispet yaptım. Kendi hastalığımdan bahsetmek değil gayem, ben diğerlerine göre daha sağlıklıyım! Ya da bana öyle geliyor. Ama çevremde bu tür hastalardan epey var. Bir kısmı da dâr-ı beka’ya hicret etti. Ben bu hastalığımın farkına vardığımda iş işten geçmiş, hastalığım epey ilerlemişti, ama büyük bir gayretle kendimi tedavi ettim sayılır. Şimdi artık saatlerce sahaflarda vakit öldürmüyorum. Denk gelirse alıyorum. Gerçi benzerlerimden istihbarat toplamak, hastalığımın tamamen iyileşmediğine işaret ama olsun. Eskisi gibi altından kalkamayacağım borçlara girmiyorum, neme lâzım. Kitap hastalığına yakalananların hepsi benim gibi değil, şifa kabul etmez derecede ağır olan dostlarım, büyüklerim var. Üstadın (Necip Fazıl) ‘mânevî oğlum’ dediği Hilmi Oflaz, gerçek bir kitap hastasıydı ve hâlinden ziyadesiyle memnundu. O zamanlar Bâki Divanı’nın baskısı kalmadığı için Hilmi ağabeyimizden istedik ve sağ olsun getirdi. Fakat sıkı sık da ne zaman getireceğimi sordu. Kitabı bir güzel ciltlettim ve bir gün ona ‘Bâki Divanı’nı senden bir hâtıra olarak saklamak istiyorum’ dedim. ‘Asla!’ dedi. ‘Sağken bir yaprak dahi alamazsın, ama öldükten sonra yağma senin olsun!’ Şaşırdım, ister istemez Bâki Divanı’nı iade ettim. 7 odalı evin her yeri, ama her yeri kitap doluydu. Ortada sadece yatmak için yataklar var. Başka bir eşya yok. Biz böyle kitapların içinde büyüdük. Her an, banyodayken bile kitap okumaya çalışırdı. Onunki bir tutkuydu. ‘Allah bize zaman, fırsat, sıhhat vermiş, biz bu işe gönül koymuşuz. Niye okumayalım?’ derdi. Çileli bir hayatı vardı; ancak bize yansıtmamaya çalışırdı. 30-40 bini aşkın kitabı bir o kadar da dergi koleksiyonu vardı. Her fikir ve düşünceden binlerce dergiyi biriktirir, mutlaka okurdu. Oğlunu dinledim: ‘Babamla 5 kardeş bir arada olup da yemek yediğimizi -bayramlar dışında- hatırlamam. Hep dışarılarda, konferanslar ve sohbetlerde olan, son vapurla eve gelen; ama bize karşı son derece anlayışlı, şefkatli bir insandı.”
Hâsılı, bendeniz, aile rızkını ve nizamına zarar vermediği müddetçe selülozofillerden de, bibliyofillerden de bir şikayetim yok.
------------------------------------------

İLÂVE YAZI:

GÖNLÜME DÜŞENLER

Oflu Süleyman Kılıçbay; İsmail Göktürk kolundan bağlı olarak, Fikir Dükkânı’nın, yani Mekteb-i İrfan’ın ikinci kuşak müdavimlerinden. Turancı Türklerden iken, Semerkand
Türklerine dahil olmuştur. Türkiye’nin yeraltına hâkim olan “Oflularla” hiçbir alâkası yoktur. Ayrıca solcu-liberal Mehmet Ali Kılıçbay’la da fikrî ve kan akrabalığı bulunmamaktadır. Daha çocuk yaşta, imam olan dedesiyle câmiye giden ve cemaat ehli olan Oflu dost, dedesinin kavuğunu giyip imamlık yapmayı hayâl etmiş. Çağ nesli içinde ne bahtiyarlık. Âkif’in özlediği nesil böyle olmalı herhalde. Dost meclisimizin ilklerinden ve Enver Paşacı
Türkler’in başı Cüneyt Cesur’un telkinleriyle bir müddet aleyhimde oldu ve ağır zarflar attı. Fakat hakikatin daha derununa ulaşınca Semerkand Türklerine duhul etti. Dili güzel bu dosttan dostluğun pîrleri râzı olsun.
---------------------------------------
NOT: “Cemay” namlı muarızımın, “Enverist” ifademin ölçüsüz olduğunu, “Enver Paşa’yı seven Türkler” dememin daha fikirli olabileceğini söylemesi isabetlidir, aldım başıma koydum. Bundan böyle bu muarızlarıma “Enver Paşacı Türkler” diyeceğim. Çünkü ifademin zımnında Enver Paşayı küçültme gayesi taşımadım. Sadece fikrî safları belirtmek için kullandım. Enver Paşa, emsalleri ve içinde bulunduğu ağır şartlar altında idealist ve devleti kurtarmaya çalışan bir insandır. “Cemay” namlı muarızıma bildiririm.



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi