Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Gelin, cesaret edelim ve Kürt meselesini “şöylece” çözelim (4)

Gelin, cesaret edelim ve Kürt meselesini “şöylece” çözelim (4)

Bu yazı dizisinde, önce Leyla Zana ve Selahattin Demirtaş’ın konuşmalarını değerlendirerek Kürt meselesinde esas sorunun Anayasadan kaynaklandığını belirtmiş sonra da bu kanunda yapılması gereken değişikliklere işaret etmiştik. Bu yazımızda ise bu önerilerimizin ne gibi sonuçlar doğuracağını ve meselenin çözümünde nasıl bir katkı sağlayacağını açıklamaya çalışacağız.

Anayasada yapılacak bu değişikliklerde sihirli sözcük “Kendiliğinden” kelimesidir. Yani bir muhatap aramaya, hatta kimseyi-kimseleri muhatap almaya gerek yoktur. Gerekten öte doğru değildir bu. Görüşmek isteyenlerle görüşülmeli;fikir vermek isteyenlerin fikirleri alınmalı ama hiçbir suretle herhangi bir kimseye ya da gruba “gelin şu meseleyi müzakere edelim” denmemelidir. Çünkü siz devletsiniz ve her kişinin, her grubun, her kurumun üstünde bir yapılanma olarak içinizdeki bir unsurla eşit kuvvetlermişsiniz gibi masaya oturamazsınız. Oturduğunuz anda sizin devlet olma umdeniz ortadan kalkar.

Ancak vurguladığımız üzere bunu “kendiliğinden” yaparsanız demokratik bir hukuk devleti olmanın gereğini yerine getirmiş, sahibi olduğunuz ülkede ortak yaşam süren insanlara vatandaşlıktan doğan temel haklarını teslim etmiş, sonuç itibarıyla büyüklüğünüzü korumuş ve hükümranlığınızın da altını çizmiş olursunuz.

Yok, eğer karşınıza alıp bir “pazarlık” intibaını veren görüşmeler sonunda gerçekleşecekse bütün bunlar, kaçınılmaz bir şekilde, ikinci (masanın karşısı yani PKK, KCK, BDP veya temsilcileri) ve üçüncü taraflarca, devlete karşı mücadeleyle-zorla kazanılmış haklar olarak değerlendirileceklerdir.

Bu durumda, görüşmeler sanki bağımsız iki devletarasında yapılıyormuş gibi mütekabiliyet esası uygulanmış, masanın karşı tarafına büyüklük kazandırmış olacaksınız. Dahası örgütün “Devlet vermedi, biz zorla aldık”gibi söylemlerle babalanmasına, militanlarına ve tabanına zafer havası pompalamasına çanak tutmuş olacaksınız. Ki o zaman yapılan bunca değişikliklerle, toplumda barış ve sükunete dair bir fayda edilemeyeceği gibi aksine, örgüt kafasındaki süfli düşünceler doğrultusunda daha ileri adımlar atmak hususunda cesaretlendirilmiş olacak.

Oysa bu açılım “kendiliğinden”olduğunda PKK, KCK ve hatta BDP’nin bu meyanda söyleyecek hemen hiç bir şeyi kalmayacaktır. Ben Anayasada temel hakları tanınan, her yönüyle diğer vatandaşlardan hukuken ve fiilen (uygulamada) bir farkı kalmayan mutat bir Kürt insanının (ki bu insanların büyük çoğunluğunun dindarlığı ve devletine bağlılığı da vardır ve bizim coğrafyamızda toplumsal olayları değerlendirirken göz ardı edilemez bir özelliktir bu), “yok ille de bağımsızlık, ille de Apo’nun özgürlüğü” filan diyerek BDP’nin söylemlerine, KCK’nın yapılanmasına ve askerine, polisine, korucusuna kurşun sıkan PKK’nın silahına destek vereceğini düşünmüyorum. Yüzyıllardır parçası oldukları müreffeh bir Türkiye’nin her türlü hakkına sahip zengin vatandaşları olmak yerine niye, kimler tarafından (Marksist ve muhtemelen din kültüründen uzak) ve nasıl yönetileceği (otoriter ve totaliter olması kaçınılmaz) meçhul olan, imkânları kısıtlı bir coğrafyada hayat mücadelesi verecek olan hayali bir ülkenin peşinden koşsunlar ki? 

Türkiye bu Anayasa değişikliğini başardığı takdirde, PKK kesinlikle işlevsiz kalacak, Hükümet ve daha geniş bir çerçevede söylersek halkın-devletin muhatap alacağı tek unsur bizatihi Kürt halkının kendisi olarak kalacaktır. Halk nezdinde zemin bulamayanPKK artık eylem yapamayacak,var olmak ve bu meselede belki yeni bir rol çalmak için başka yollar deneyecektir ama silahlı mücadeleyi de kendiliğinden terk etmek zorunda kalacaktır. Aksi takdirde yaptığı her eylem kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına gelecektir ki bu durumda PKK Kürt meselesinin bir aktörü olmaktan tamamen uzaklaşacak, tartıştığımız mesele de artık herkes tarafından “Kürt sorunu değil PKK sorunu” olarak algılanacaktır.

Kendi tabanında da meşruiyetini kaybeden örgüt, aynı zamanda “özgürlük savaşçısı” olduğu iddialarını da artık öne süremeyecek, 14-15 yaşındaki çocukları dağa kaldıran, yol kesip masum insanları öldüren, iş makinelerini yakıp ekonomik kalkınma ve sosyal refahın gelişmesini engelleyen, Avrupa’ya uyuşturucu zehir taşıyan, silah kaçakçısı büyük bir “eşkıya güruhu”na dönüşecektir. Bu durum şüphesiz kendisine sempati ile bakan yabancı çevreleri de etkileyecek, verilen destek azalacak ve giderek yalnızlaşacaktır.

Evet, dün demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesiyle üstesinden gelinebilecek bir mesele bugün ancak böyle bir “anayasal ortaklıkla” çözüme kavuşturulabilir duruma gelmiştir maalesef.“Keşke bunca kıyım olmadan gerçekleşseydi bunlar” deyip hayıflanmanın da bir faydası yoktur. Yapılacak şey bir an önce anayasa değişikliğini gerçekleştirmek ve bunları ilgili kanunlara da yansıtarak, kişisel haklar ve idari hükümler anlamında tüm vatandaşların istifadesine sunmaktır.

Şimdi bu yazdıklarımdan sonra bir kısım insanlar fikirlerime katılacak ama eminim ki birçok kişi deen azından bu uğurda verdiğimiz şehitleri hatırlatarak darılacak, kırılacak, kızacak ve hatta küfredecek ve Türklüğün asaletinden dem vurup beni vatan haini ilan edecek. Şimdi onlara peşin peşin sormak istiyorum: Türk olmayana ya da kendini Türk olarak hissetmeyene “Sen Tüksün” demenin ve Anayasayı buna göre yapmanın, yani daha başlangıçta kimlik dikte ederek halklar arasına nifak sokmanın, ikirciklik yaratmanın bir anlamı var mı?..

Şimdiye kadar yaptık da ne oldu; ne faydasını gördük 24 Anayasasının, 61 Anayasasının, 82 Anayasasının? İki halk arasında kardeşlik bağlarının çözmek, husumet yaratmak, kan akıtmak, gözyaşı dökmek ve geri kalmışlıktan başka ne verdi bize bu anayasalar?..Bir kişi çıkıp da bana, en milliyetçi duygularla bezenmiş olsun fark etmez, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü açısından otuz sene öncesine göre daha iyi olduğumuzu söyleyebilir mi?..

Unutmayalım, etnik ya da dinsel temelli her hareket, yine aynı temelde koruma ve korunma refleksi olarak tıpkı bir bumerang gibi karşımıza çıkar. Bunun tartışılabilir hiç bir tarafı yoktur. Tarih boyunca, özellikle de Ortadoğu’da yaşananlar açık bir şekilde gösteriyor bize bunu çünkü.

Refleksler bilindiği gibi, bir takım etkilerle tetiklenerek kendiliğinden ortaya çıkan,dolayısıyla düşünmeden yapılan irade dışı hareketlerdir. Bu tabiatı sebebiyle canlıvücudundaki refleksler değişmez, değiştirilemez. Toplumsal refleksler de buna benzer, değiştirilmeleri kolay değildir. Bu itibarla en doğrusu reflekslerin (tabii ki zararlı olanların) ortaya çıkmasına zemin oluşturmamak ve meydan vermemektir.

Böyle reflekslerle karşılaşma ihtimali olan otoriteler (devletler, kurumlar vs.) bunları, ekonomik-sosyal-hukuki olarak demokratik tedbirlerle önleyemezlerse ortadan kaldırarak çözmeye çalışırlar. Bunun da iki yolu vardır; ya refleksin ortaya çıktığı canlıyı, organı, toplumu vs. kıpırdayamayacak duruma getirmek (baskı, zulüm, hapis) yani refleks başladıktan sonra fiziksel olarak engellemek ya da daha radikal bir yolla canlılığa son vermek yani ana kaynaktan halletmek!

Şimdi, söyler misiniz bunların içinde bir tane “iyi” diyebileceğimiz bir yol var mı? Ben cevap vereyim: Yok… O halde diyelim ki Leyla Zana söylediklerinde samimi değil. Ne fark eder? Elimizde akan kanı durduracak, barışın yolunu açacak, ülkeyi huzura kavuşturacakgeçerli bir formül olmadığına göre!..

Bu meyanda, geçmişte ne söylemişse söylemiş ne yapmışsa yapmış olsun ben Zana’nın öne sürdüğü fikirleri değerli buluyor (kendisinin değerli-inanılır olup olmadığı başka bir konudur!) ve hem millet hem de devlet katında önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ve ilave olarak kurulan komisyonla beraber TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’in yeni bir Anayasa yapmak konusundaki gayretlerini destekliyor ve tebrik ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi