Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

PKK ile mücadelemizde bir stratejimiz var mı?

PKK ile mücadelemizde bir stratejimiz var mı?

Önce malum kart-kurt dedik, kimliklerini görmezlikten geldik… Milleti kendimize güldürdük.

Sonra, üç-beş eşkıya dedik, önemsemedik... Kulağımızın üstüne yattık.

Sonra, onları “birkaç yüz sütü bozuk terörist” olarak ilan ettik ve “ne savaşı, koca devlet teröristle eşit statüde mi ki bu mücadeleye savaş diyelim” dedik, olayın boyutlarını küçülttük. “Operasyon, operasyon” deyip kendimizi avuttuk.

Soruna eğilmeyi, olayı baştan çözmeyi, zehirli ürünlere tarla olacak toprağı tımar etmeyi düşünmedik. Düşündükse de yeterli çabayı göstermedik. Sonuçta iyileşmeyi, ehlileştirmeyi beceremedik. Bunu beceremediğiz gibi giderek büyüyen yılanın başını da zamanın ezmedik, ezemedik.

O zamanlar bu meseleyi birileriyle müzakere etmek söz konusu bile değildi zaten. Ulusalcılığıyla Meşhur kendinden menkul bir gurur abidesi MGK’mız, dillere destan bir vasimiz (asker, derin devlet vs.) ve ulusalcıdan ulusalcı anlı şanlı sivil generallerimiz-medyamız vardı çünkü.

Daha sonra, (barajlarla filan önlenmeye çalışıldı ki bu ayrı bir yazı konusudur ve şahsen doğru olduğunu düşünmüyorum) bizzat elebaşısının listelediğine inandığım bir takım isimlerle TBMM’ye girdiler. Bu sefer “madem düz ovada siyaset yapmak istiyorlar, Meclise giriyorlar, dağdakileri bırakalım bunlarla konuşalım” dedik. Kürt halkının temsilcisi, müzakere edilecek taraf olarak onları gördük. İşi demokratik siyası yollarla çözelim istedik yani. Buna mecbur hissettik kendimizi, yıllar geçiyor ve olaylar da giderek artan bir ivmeyle yürek yakmaya devam ediyordu zira.

Daha daha sonra “yok bunlar gerçek temsilci değil, bu işte söz sahibi değiller, biz onların değil sahibinin sesini dinleyelim” dedik, İmralı’ya taşındık, Oslo’ya uzandık. Belki bu yolla barış sağlanabilir diye düşündük. Yani alenen olmasa da resmen PKK ile müzakere ettik.

Zaman zaman çatışmalar durmadı da değil. Her defasında “Acaba?” dedik. Umutlandık.. Ama silahlı eylemlerini sözde durduran örgüt, bu arada daha derin bir eyleme, bir şehir yapılanması (aslında devlet yapılanması) oluşturmaya yöneldi; yerel idarelerde tamamen bağımsız davranmalar, vergi toplamalar, sözde mahkemeler... Bu sefer onun üstüne gittik. Çok da tepki aldık, özellikle de Ana muhalefetten, soldan ve liberal çevrelerden. “Olur mu böyle şey, bu insanlar seçilmiş insanlar ya da devlet memuru, öğretmen, mühendis, nüfus memuru” filan denildi, serzenişlerde bulunuldu. Hükümete, güvenlik güçlerine, hakime-savcıya karşı çıkıldı.

İş giderek çığırından çıkınca. bu sefer “Açılım yapalım, bu işi sosyal ve ekonomik kalkınma ile çözelim” dendi. Bölgeye öğretmenler gönderildi, kovuldu; iş makineleri yollandı, sabote edildi; dil kurslarına izin verildi, Kürtçe TV kuruldu, üniversitelerde Kürt Dili Edebiyatı bölümleri açıldı vesaire kaale alınmadı. Velhasıl bu açılım dedikleri şey yanlış başladı, yanlış adamlara teslim edildi, yanlış karşılandı, yanlış devam etti, ve yanlış bitti. Kendi özel giysileri (üniforma!) içindeki terörist dediğimiz insanların devlet tarafından karşılanmalarına dair o meşum sahneyi ise en iyisi hiç dile getirmeyelim!

Hulasa bu meselede bugüne kadar devletin elle tutulur, gözle görülür, istikrarlı bir stratejisi, kararlı bir tutumu olmadı, olamadı

Bugün, PKK’nın yaptığı son eylemleriyle, KCK’nın aslında dağdaki örgütün şehirde kurduğu devlet yapılanması olduğuna dair somut delilleriyle, BDP’li siyasilerin yapmaya devam ettiği açıklamalar (400 km’lik alanın PKK kontrolünde olduğu, devletin buralara giremediği, karakollara dahi ancak havadan ikmal malzemesi taşıyabildiği) ve dağdaki kardeşleriyle asfaltta sarmaş dolaş olmalarıyla birlikte artık herkes anladı ki bunların hepsi aynı organizasyonun parçalarıdır. Niyetlerinde, düşüncelerinde, amaçlarında birbirlerinden farkları yoktur. Varsa bir farkları o da yöntemlerindedir ki bu bulundukları konumların, oynadıkları rollerinin gereğidir.

Dolayısıyla bana göre geldiğimiz bu noktada, bu meselenin çözümü için herhangi bir kişi ya da grupla müzakere etmenin anlamı yoktur.

1) PKK ile müzakere edilmez, edilemez. Gereği yok ve işe yaramaz. Dahası PKK muhatap olarak kabul edilemez, zira kategorik olarak eşkıya çetesidir onlar; devlet nezdinde kimlikleri, bağlayıcı meşru sayılabilecek herhangi bir kural, kaide, hukuk düzenleri yoktur çünkü.

2) BDP ile de müzakere edilemez. İki sebeple. Birincisi; barışı gerçekten istediklerini düşünmüyorum. İkincisi; reşit değiller, yani imza yetkileri yoktur.

3) KCK ya gelince… Onlar alenen görülen varlıklar değiller zaten, tabir-i caizse kendilerine göre bu oyundaki rolleri “gizli santrafor”. Sahadalar ama adları ilan edilen takım kadrosunda yok. “Çıkın gelin sizinle müzakere edelim” deseniz de görünürde masaya gelecek kimseyi bulamazsınız.

4) Ya İmralı? İmralı’yla görüşülmeli mi?.. Bana göre asla. Bunun da iki sebebi var. Birincisi örgüte tam olarak hakim olduğunu düşünmüyorum. Yani onunla varılacak bir mutabakat eylemleri bitirmez, PKK’ya silah bıraktırmaz. En azından, artık çok geç bunun zamanı geçti diyebiliriz. İkincisi ise otuz bin kişinin katili dediğimiz biriyle yani sonuçta bir müzmin seri katille, bizatihi devletin tanımlamasıyla “bebek katiliyle” mütekabil bir konumda olunamaz, eğer hala ben “devletim” diyorsanız tabii.

Peki, o zaman ne yapalım? Bazı şahinlerin dediği gibi işi askere-polise yani sadece güvenlikçi anlayışa mı bırakalım yine; yani ölmeye, öldürmeye.

Hayır, öncelikle devlet ve milletin kahir çoğunluğu olarak biz üzerimize düşeni yapmalıyız. Sonrasında bu organizma eğer hala yaşayabiliyorsa, şiddet politikalarından vazgeçmiyor ve ölüm saçmaya devam ediyorsa o zaman onun öldürücü gücünü yok etmemiz gerekiyor. Bunun da güvenlikçi anlayıştan başka bir yolu yok.

Bu durumda hemen şu soru akla gelebilir tabii: Devlet ve milletin çoğunluğu olarak üzerimize düşen nedir?

Ben önceki dört hafta boyunca yazdığım yazılarda işte tam da bu konuyu işledim. Okuyanlar bileceklerdir. Kısaca tekrarlamak gerekirse: Yeni bir Anayasa ve bu Anayasada virgülüyle, noktasıyla, kelimesiyle, cümlesiyle yani anlamında asla tereddüde düşülmeyecek açıklıktaki lafzıyla tam eşitlik; ana dilde eğitim ve gereken bölgelerde ikili resmi dil; yerel idarelerin güçlendirilmesi.

Ve tekrarlıyorum, bunları “kendiliğimizden” yapmamız gerekiyor. Birilerinin zoruyla ya da müzakereler sonucunda filan değil. Fikir vermek isteyenin fikrini alınacak ama asla bir pazarlık yapılmayacak.

Bu Anayasa değişikliklerinin yanında, ekonomik-sosyal destekler ve refah seviyesinin yükseltilmesi ile PKK’nın insan kaynakları ve maddi kaynaklarının da kurutulması gerekiyor. (Bu konuda önümüzdeki haftalarda Dr.Zeki Yıldırım’a ait ‘Hukuksal açıdan Terörün Finansmanının Önlenmesi’ adlı kıymetli kitabından hareketle birkaç yazı yazmayı düşünüyorum)

Bu arada vergi toplamaya, insanları yargılamaya, dolayısıyla kendince bir nevi devlet olmaya kalkışan şer organizasyonunun şehir ayağı olan KCK elemanlarının yaptığı faaliyetlerin de bitirilmesi gerekiyor. Bu konuda her türlü hukuki alt yapı eksiklikleri giderilmeli, masum insanları madur etmeden ama hak edenlere de hak ettikleri(!) verilerek işin içinden ayıklanmalıdırlar.

Haa bütün bunlardan sonra PKK sınır dışına mı çıkacak yoksa çoluk çocuk masum insanları vurmaya devam mı edecek; BDP kendini kapattırmak için müptezel münasebetsizliklerini sürdürecek, mesela asfaltta tüfeğini okşadığı kardeşiyle dağa mı çıkacak yoksa Mecliste adam gibi siyaset mi yapacak, onların bileceği iş. Bunların hiçbir önemi kalmayacak o zaman çünkü. Zira önerdiğimiz şeyler yapılırsa eminim PKK da KCK da BDP de (ortak) tabanını kaybedecek, insan ve finans kaynakları da zayıflayan bu şer organizma yıllar değil aylar içerisinde yok olma noktasına doğru hızla gerileyecektir.

İnanıyorum ki dostuna, akrabasına, tarihine, kültürüne ve de her şeye rağmen devletine bağlı olan asil Kürt halkı, kendilerine tek Partili, tek adamlı, Marksist ve dinsiz bir diktatörlükten başka bir şey vadetmeyen bölücüleri elinin tersiyle itecek ve Türk kardeşleriyle birlikte huzur ve rafah içerisinde sonsuza dek yaşamayı tercih edecektir.



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi