Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

CHP, uydudan ne anlıyor?

CHP, uydudan ne anlıyor?

ODTܒde Göktürk 2 uydusunun Çin’deki bir platformdan yörüngesine fırlatılışı sonrasında meydana gelen olayların hâlâ medyada kritiği yapılıyor. Sadece medyada mı, hayır Türkiye’deki tüm üniversitelerin yönetim kurullarının yayınladığı bildirilerle de bu konu halkımızın gündeminde taşınıyor. Efendim, bu olayda da medyadaki bazı aktörlerin ve olayları bahane ederek iktidara buradan gol atmayı düşünen bazı siyaset erbabı fırsatı değerlendirmek için pusuya yattıkları yerden çıkarak uzatılan her mikrofona kin kustular.

ODTܒsine 500 puanla girilirmiş, 5000 polisle değil. Bunu söyleyen idrak yoksunu siyasetçi bu kafanın mahsulü Levent Kırca gibi bir figürün kendi genel başkanına yaptığı hakaretleri sineye çekmek zorunda kalıyordu. Yanlış yanlıştı ve alkışladığınız zaman bir gün sizin de kapınızı çalacaktı.

CHP tam kadro ODTܒsindeki masum bir protestodan çok uzak kanlı bir kalkışmanın ilk provası gibi görünen bu cinnet halini desteklemeyi kendi beceriksizliğini örtmek için bir fırsat olarak kullandı. Oysa CHP bu olayda Göktürk 2 uydusunun uzaya fırlatılışının hazzını yaşamalıydı, bu olaya küresel ölçekte bakmalıydı. Sonuca bakınca CHP’nin uydu kelimesinden Ergenekon terör örgütünün ve BDP’nin uydusu olmayı anladığını görüyoruz. Bu hastalıklı kafanın ve onun bakış açısını kullanan bir gazetecinin de bu olaya yaptığı yorumu dinleyince adeta kanım dondu:

- Ben de 1970’li yıllarda ODTܒsinde asistandım. Oranın böyle bir geleneği var. ODTܒsini değerlendirirken bunu böyle kabul edeceksiniz. Onlar iktidarı protesto ediyor.

Bu hastalıklı kafa konuşurken güya yandaş medyadan bir başka şaşı bakıcı da iktidarı protestoculara karşı daha yumuşak olmalarını tavsiye ederek onların da protestonun dozunu kaçırmamalarını söyleyerek, ne şiş yansın ne kebap! türünden bir yorumla herkese mavi boncuk dağıtıyor. Ve programa katılanlar bu olayı kınayan diğer üniversiteleri de ayıplayarak hedef tahtasına koyuyorlar. Sizin anlayacağınız kendileri çalıp, kendileri oynuyor. Ben şahsen başbakan Erdoğan’ın bu olayda tamamen haklı olduğunu, üniversitelerimize çöreklenen bazı marjinal grupların yaptıkları protesto adabını aşan ve her haliyle hainlik görüntüsü veren bu olayların sanki Göktürk 2 uydusundan rahatsız olanların bir tertibi gibi bakmak mı lazım diye düşünüyorum. Bir protestocu avaz avaz bağırıyor:

- Başbakan Erdoğan’ı ODTܒsinde istemiyoruz, defolsun!

Düşünün bu yüreklerimizi kanatan sözleri. Bu sözlerin sahibi Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Ali. Yani bizim gencimiz. Üstelik bu sözlerin muhatabı da geldiği günden beri Türkiye’deki üniversite sayısını ikiye katlayan o gençlere siyaset yolunu açan, antidemokratik kanun ve yönetmelikleri temizleyerek özgürlükçü bir Anayasa için meclisi seferber eden, 12 Eylül’de üniversitelerimizi kışlaya çevirenlere hesap soran bir iktidar. O iktidarla aynı düşünmeyebilirsiniz ve onu desteklemezsiniz. Ama kamunun malı olan üniversiteleri babanızın tapulu malı gibi görüp, bu ülkenin başbakanını oradan kovamazsın. Bu en sabit ifadesi ile haddini bilmemektir. Bu kafa ile giderseniz askere, ancak Levent Kırca gibi alırsınız tezkere!

Bu sözleri söyleyen ben de hayatım boyunca muhalif oldum, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ve Edebiyat Fakültesi’nde okudum. Ben muhalefet damarıma ölçümetre taktım. Yani her şeye değil, yanlışa, yalana, dolana, talana, ihanete, küfre muhalif oldum. Doğruyu hasmım bile söylese onayladım. Söyleyene değil, söylenene baktım. Eski başbakanlarımızdan Süleyman Demirel anlatıyor:

- Bir gün masama dost bir ülke ile yapılan bir antlaşma geldi. Bu antlaşma Türkiye’nin bazı madenlerinin işletilmesi ile ilgili idi ve aleyhimize maddeler içeriyordu, imzalamadım. Birkaç gün içinde üniversite öğrencileri ve işçiler sokaklara indiler. Görünüşte bir takım haklı istekleri vardı. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Mesajı aldım ve antlaşmayı imzaladım. Bir gün içinde öğrenciler üniversitelerine, işçiler fabrikalarına döndüler. O haklı isteklerin hepsi unutulmuştu. Anladım ki, o dost ülke üniversitelerimiz de ve sendikalarımız da duruma hakim ve istediği an onları sokağa dökebiliyordu.”

Demirel’in bahsettiği o dost (!) ülkenin ABD olduğunu tahmin etmişsinizdir. Bugün de Göktürk 2’nin yapılışından duyulan rahatsızlık ODTÜ kan gölüne çevrilerek hissettiriliyordu. Ortalık savaş alanına çevrilince Demirel’in yukarıda zikrettiğim anısını hatırladım.

Evet, şimdi başladığımız yere dönelim. Göktürk 2 uydusu fırlatıldı. Yeni uydularımız da yapılıp fırlatılacakmış. Bunların % 80 Türk mühendislerinin bilgisi ve emeği ile yapıldığını söyleyerek sevinelim. Önüne konulan tüm takozlara rağmen Türkiye zincirlerini kırıyor. Şimdi bir başka noktaya parmak basmak istiyorum. Yeni bir uyduya nasıl bir isim verelim? Yaptık da iş, isim bulmaya mı kaldı demeyiniz lütfen. Ben kuyuya bir taş atayım, siz de çıkarın!

Efendim, bu köşeyi devamlı okuyanlar bilirler, benim bir de uzun yıllar süren sahaflık hayatım oldu. O zaman pek çok eski çizgi roman meraklısı tanıdım. Bunlardan iki tanesi vardı ki, bugün adlarını hatırlamıyorum. Yapışık ikizler gibi idiler. 25-30 yaşlarındaki bu arkadaşlar ünlü ressam Suat Yalaz’ın çok sevilen kahramanı Karaoğlan’ın tutkunu idiler. Bu hikâyeyi onlardan dinlemiştim. Karaoğlan’ın her sayısında yayınlanan bir okuyucu mektuplaşma köşesi vardı. Bu iki arkadaş bir gün eski bir Karaoğlan’ın iç kapağında böyle bir ilan okudular. İlanı veren şahıs Karaoğlan meraklıları ile mektuplaşmak istiyordu. Altta da Bakırköy’den bir adres. Bu ilanın yayınlandığı tarih bir 10 yıl öncesine aitti. Gene de merak edip yola düştüler. O adresi buldular. 4-5 katlı bir apartmanın ikinci katına geldiklerinde kapıda ilanı veren şahsın adını görüp zile bastılar. Biraz sonra kapı açıldı ve 70 yaşlarında gözü yaşlı bir hanım göründü:

- Buyrun, kimi aramıştınız? Karaoğlancılar, nereden geldiklerini anlattılar. Yaşlı hanım:

O beyimdi dedi, üç gün önce defnettik.

Gençler başsağlığı dileyip ayrılacakları sırada bu hanım onları içeri davet ederek bir sırrını paylaştı. İçeride alındıkları koca bir salon çelik raflarla örülmüştü. Ve Türkiye’de yayınlanan tüm çizgi romanların tam serileri burada sıralanmıştı. Ayrıca yabancılar şubesinde komiser olan bu koleksiyoner tüm dünyadan bu serilerin İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Çince, Farsça, yani aklınıza gelen tüm dillerdeki sayılarını biriktirmişti.

Yabancılar şubesinde olması onun işini kolaylaştıran bir unsurdu. Komiserin eşi bir de bilinmeyen bir olayın perde arkasını onlara anlattı:

Efendim Amerikalılar Ay’a uydu gönderecekleri zaman tüm ülkelerden uzayla ilgili bir kahramanlarının ya da bilim adamlarının adını istediler. Bu isim o ülkenin adı ile plaket yapılıp Ay’ın yüzeyine konulacaktı. İşi dolayısı ile bu isteği öğrenen komiser Bakanlar Kurulu’na mektup yazarak bir teklifte bulundu:

1952 yılında Türkiye’de yayınlanan yerli yapım bir çizgi roman var. Baytekin adında bir uzay kahramanı. Bu ABD’ye bildirilebilir.

O devrin Bakanlar Kurulu bu teklifi cazip bularak ABD’ye bildirdi. Bugün Ay’ın yüzünde BAYTEKİN/Turkey yazılı bir plaket durmaktadır.

Bu ilginç olayı öğrenen iki kafadar yaşlı gözlerle oradan ayrıldılar. Ben de bu iki çizgi roman meraklısının izini kaybettim. Bir gün uzaya “BAYTEKİN” adında bir uydu gönderirsek bu adını dahi bilmediğim iki kafadarın eseri olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi