Medeniyet milliyetçiliği
1960-1970’lerde “milliyetçilik” dendiğinde, bu milletin bütün değerlerini içine alan bir ifade olurdu. Bunda İslam öncesi, Selçuklu ve Osmanlı’nın ürettiği bütün değerler bir arada yer alırdı.
9. yüzyılda resmen İslam’la şereflenen bu millet, içinden, taa başlangıçta İmam Matüridî (852-944) gibi bir itikâdî mezhep kurucusunu çıkarmış ve sonraki yıllarda pek çok âlim ile İslam dünyasının sancakdarı olmuştur.
Özellikle Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar zamanında, çok geniş bir coğrafyaya yayılıp yerli halklardan aldıkları kültürlerle, yepyeni bir medeniyet hamûlesi meydana getiren bu millet, sergilediği imperyal vizyon ile ve “yaradılanı, Yaradan’dan ötürü hoş görmek” düsturu ile, değil her hangi bir halkla, bir ferd ile ile kavga etmemiştir.
Mimarîsinde Orta Asya çadırları da vardır, göç esnasında geçtiği veya devlet kurduğu topraklarda karşılaştığı mimarî unsurlar da... Yeniden oluşturduğu mimarî terkipte, yeni karşılaştığı kültürden aldığı unsurlar da vardır, kendi ilâve ettiği unsurlar da... Artık o mimarî eser, ne sadece yerli kültüründür, ne de Orta Asya kültürünün.... O eser, yepyeni bir terkiptir ve yepyeni bir medeniyetin eseridir.
Dilde de mimarîdeki gibi bir terkip söz konusudur. Türkler, herhangi bir dilden etkilenmekten rahatsız olmamışlardır. İlişkide oldukları bütün dillerden etkilenmişler, bütün dilleri etkilemişlerdir. Toprak fetheder gibi dil ve kültür de fethetmiştir Türkler.
Osmanlı dönemi edebiyatı, Fars, Arap ve Hind kültürünü tanımış; onu yeniden yoğurmuş ve 600 yıl süren bir edebî gelenek kurmuştur. 19. Yüzyılın ortasından itibâren de Batı edebiyatıyla ilişkiye girmiş ve hiç çekinmeden Batı edebî geleneğinden pek çok tür, şekil, zihniyet almıştır.
Müzikte de durum aynıdır. Bugün dinlediğimiz her tür müziğin arka planında sadece Orta Asya müziği yoktur. Geçtiğimiz bütün topraklardaki sesleri fethetmişizdir ve onların hepsinden yepyeni bir terkip meydana getirmişizdir.
Milliyetçilik, bir milletin değerlerine sahip çıkmaksa, dilde, dinde, mimarîde, musikide, edebiyatta, gelenek ve görenekte, kılık-kıyafette ve inançlarda her ne üretildiyse, bunlara sahip çıkmaktır. Milliyetçilik, sadece bunlara sahip çıkmak değil, bunların tekrar tekrar yoğurulup yeniden üretilmesi ve böylece insanlık sofrasına özgün medeniyet eserleriyle katkıda bulunmaktır.
1960-1970’lerde “millî” veya “milliyetçi” dendiğinde bunlar anlaşılırdı ve “millîci”ler bu değerler için savaş verirlerdi. O yıllarda yetişen “milliyetçiler” veya “millî”ciler, devletin dayattığı resmî milliyetçiliğe; yani Kemalizm soslu milliyetçiliğe karşı mücadele ederlerdi. Bu milletin “medeniyet kurma” iradesinin belirgin vasfı olan manevî değerlere sâdık olurlardı. “Süleymaniye, Selimiye, Itrî, Fuzulî, Karacaoğlan” dendi miydi, hepsinin tüyleri ürperir, ayranı kabarırdı. Çünkü bilirlerdi ki, mirasçısı oldukları medeniyet, işi lafta bırakmayıp bu eser ve şahıslarla bir “fiilî milliyetçilik” dönemi yaşamışlardı. Mâzide olan âtîde niye olmasındı?..
Son 10-15 yılda, eskiden “medeniyet milliyetçiliği” yapanların, zihniyet dümenlerini “ulusalcılık”a kırdıklarını gözlüyoruz. En keskin milliyetçilerin söylem ve eylemleriyle partizan cumhuriyetçilerin söylem ve eylemleri arasında hiçbir fark yok artık. Milliyetçi zihniyet, ileriye doğru evrileceği yerde, geriledi. Yani “partizan milliyetçiler”de tekakkî değil, bir tereddî söz konusu.
Kazananlar “terakkî” geçirenlerdir; yani “medeniyet milliyetçiliği”ni savunanlardır. Milliyetçiliği “etnisite”ye dönüştürüp “medeniyet milliyetçiliği”nden uzaklaşanlar, kaybedeceklerdir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.