Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Ramazanda “Kalbin Zekatı Uzun Uzun Hüzünlenmektir”

Ramazanda “Kalbin Zekatı Uzun Uzun Hüzünlenmektir”

Akılcı âlimlere karşı hüznün büyük müdafîlerinden Kuşeyrî’nin Risâlesi’nden okuduklarım hayli sevindiriciydi:

 Ahiret yolculuğuna hazırlanmada hüznü hayat tarzı olarak yaşayan âlim Fudayl Bin İyaz vefat edince vekili “bugün yeryüzünden hüzün gitti” der. Bu ah’lı ifadeyi okuyunca bir müddet vecdden başım döndü. Kalpleri hüzünle dolu olanları kıvrandırıcı nasıl bir duygu bu?: “Bugün yeryüzünden hüzün gitti.”

 

     Fudayl Bin İyaz’ın, “her şeyin zekatı vardır; kalbin zekatı ise uzun uzun hüzünlenmektir” sözünü yazıp dağıtacağım gamsız ve serin Müslümanlara.

 

        Ebu Hüseyin Varak, bir dostuna “hüznün ne olduğunu” sorar. Dostunun verdiği cevap mâna bakımından kıldan ince kılıçtan keskindir: “Hazîn, hüznün ne olduğunu sormaya vakit bulamaz. Önce hüzünlü olmayı talep et, sonra hüznün ne olduğunu sor.”’

 

        İlk mutasavvıflardan Seriyyu’u Sakatî’nin kapısından hüznümü güçlendirerek ayrıldım.  Onun kapısından “bütün insanların hüznü benim olsun isterim” sözünü alıp yüreğime, bir başka hüzün ehlinin kapısına vecdle yürüdüm.

      “HÜZÜN BİR HÜKÜMDAR GİBİDİR”

        Bişr-i Hâfî’nin hüznü târifi, hüznün aleyhinde olan akılcı âlimlere karşı bu fakiri âdeta şaha kaldırdı: “Hüzün bir hükümdar gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez.”

     Hüznümü göklere çeken bu kararlı ve akılcı âlimlere karşı meydan okuyan sözü, Bişri bin Haris de değişik şekilde söylemiş: “Hüzün padişahtır. Bir yere yerleşince oraya, kendisine rakip olan hissin ve başka bir kimsenin yerleşmesine razı olmaz. İçinde hüzün olmayan kalp haraptır.”

      Zünnûn-ı Mısrî’ye, Kur’an hamillerinin kim olduğu sorulunca şöyle cevap verir: “Onlar, üzerlerine hüzün bulutlarında yağmur yağanlardır. Üzerlerinde korku ve hüzün taşıyanlardır.”

       Tarihten bugüne hüzünkârlar sufilerden çıkar ki, “aynı dertten dertleneni bul” diyen atalarımın sözüne uyarak, sufîlere hep kulak veririm. Onlara göre, “ahiretle ilgili hüzün iyi ve güzel, dünya ile ilgili hüzün kötü ve çirkindir.”

        Sufilerden birine sorulmuş: “Kişinin hüzünlü oluşuna ne ile istidlâl edilir. ‘İnlemesinin çok oluşu ile...”  Namazda, zikirde, duada, “hâl” üzere dinlenilen bir türkü, bir ilâhi çalınırken, bir şiir okunurken inleyebiliyor musunuz?

       Âcizâne yaşadığım bu cezbe hâlindeki “inlemedir” ki hüzünle ahbaplığım da bu sebeptendir.

-----------------------------------

İLAVE YAZI:

    GÖNLÜME DÜŞENLER

    Ey azizan! Anlatacaklarımı yadırgamayın, cezbe hâlindeyim. Çarşamba günü saat 17.oo’de Ali Hocam “müsaitseniz okula geliniz, Cüneyt Cesur sizi de görmek istiyor” dedi.  Oruç ayı olunca “ya sabır dedim, üç kulluvallahü okuyup yola çıktım. Eğer işin içinde dost işi olmasa tövbe ki bendeniz saat 17.00’den sonra insan içine çıkmam. Başım dönüyor, dilim tutuluyor da ondan. Asla nefsimle bir ilgisi yok. Tamamen sıhhî sebeplerden dolayı gündüz gün ışığında halkımın içine girmem. Gönül ve fikir dostu da olsa fakiri o saatte çağırmak riskli bir iş. Dahası cesaret ister. Huyum bilirsiniz ki ancak Anam, Ali Hocam ve torunum için itiraz etmeden her şeyi göz alarak sokağa vecd ile çıkarım.

     Demek ki Cüneyt Cesur dostum bu huyumu unutmamış olacak ki kendisi değil, Ali Hocam vasıtasıyla okulda buluşmamızı gerçekleştiriyor. İyi akıl etmiş. İkinci sebepte Cüneyt Cesur Yrd. Doç. Dr. olarak Yozgat Bozok Üniversitesi’nde vazifelidir. Türklük üstüne fikirlerimi öğrenmek için tâ gurbetten kalkıp gelmiş. Bilirsiniz gurbetten gelene pek acırım. Sadede geleyim. İftara yakın bir saatte Ali Hocam’dan ayrıldık.

     Perşembe günü iftar öncesi Semerkand Tv’yi açtım, karşımda Ali Hocam, İstanbul Kuleli Câmii’nin boğaza bakan cephesindeki parkta tasavvuf üzerine sohbet ediyor. Cezbeye kapıldım. Yarabbi! Ali Hocamı dün iftar öncesi Şehr-i Maraş’ta okulunda görmüştüm. Ali Hocam İstanbul’da ne geziyor, ne çabuk gitmiş ki ertesi gün iftar öncesi denizin kenarında tasavvuf terbiyesi ve terimleri hakkında o sarahat ve selaset ihtiva eden üslûbuyla sohbet ediyor. Üç kez tekbir getirdim. Bu nasıl bir iş Yarabbi dedim.

     Dün akşamüzeri burada iken, Ali Hocam bu akşam İstanbul’da boğazın kenarında mânalar âlemi üzerine gönülleri yumuşatan diliyle konuşuyor. Her zaman ki gibi sade ve vâkur. İki-üç günlük sakalıyla, aynı gömlek, aynı ceketle gitmiş, modernler ve damat adayları gibi üstünde başında bir değişiklik yapmamış. Hayranlıktan nutkum durdu.  Ali Hocamın yanındaydım sanki. Evet tâ İstanbul’daydı, bendenizde yanındaydım kalben, fikren ve hattâ bedenen. İnanınız ki kendimi Ali Hocamın hemen arkasındaki ilahi grubunun yanında, yok o kadar uzakta değil, hemen yanında oturuyor hissettim. Bunu ifade etmek, gönülde yaşananı ifşa etmek gereksiz ama, bu aynen böyleydi.

     Burada ezan okundu, orada iftara açmaya daha çok zaman vardı. Ali Hocam ekranda sohbet ediyor ve neler neler anlatıyor. Söylemesi ayıp iftar yemeğimi, işitme kaybından dolayı yarım metre yakından dinlediğim televizyonun önüne getirdiler. Bu şekilde iftar ederken Ali Hocamdan utandım. Çünkü iftar ederek kendisini dinlemek edeb ölçülerine uygun mu diye düşündüm. Fakat vecdin önünde ne dayanır; hem iftarımı ettim, hem de Ali Hocamı dinledim. Veyl, dinlemeyip kaçıranlara!

   

    FİKİR DÜKKÂNI’NDAN NÜKTELER

 

     Bu tâlim tarzı fakirin sağlığına pek uygun düşmese de bâzan Hocamgilin neşvesine tutulup gittiğim oluyor. Geçen gün, “K. Maraş Yazarlar Birliği Sohbetlerini Kırda ver Balıkta Sürdürüyor” bahsinde balık tutmanın irfanî tarafını ve yarı mahrumiyet içinde neler yaşadığımı anlattım. Zifiri karanlıkta patika yollardan dönerken, Bir Hocamın “kırmızı çizgim” dediği başbalıkçısı Yunus Barman’nın demir gibi güçlü ve güvenli koluna tutunarak bir tarafım kırılmadan selâmete çıktım. Kendisine teşekkür ederim. Yaptığı iyilikler üç oldu, unutmayacağım. Fakat bâzı Dükkâncı dostlarımız kır mahrumiyetinden ıstırap ve bedenî acılar çektiğimi, taş ile toprak arasında mutlu olmadığımı, hattâ onca yazar ve şairin, eline olta alıp balık tuttuklarını, ancak bendenizin tâlim niyetine elime olta almadığımı ve balık tutmadığımı söyleyip aleyhimde propaganda yapmaya başladılar.

      Oysa elime olta aldığıma ve balık tuttuğuma dair önemli şahitler var. Müdavimlerden Semerkand-Mostar Grubu temsilcisi gönlü güzel dost Mehmet Yaşar’ın değerli kayınpederi Ayntablı Türkmenlerden Necmettin bey de balıklı kır şölenindeydi. Fakir, misafir diye Necmettin beyin yanında eğleşmiş, ona, mensup olduğu Barak Türkmenlerinin geçmişini ve türkülerini sormuştur. Bu esnada Mehmet Yaşar’ın oltasını alarak, onun yardımlarıyla en az yirmi kez olta fırlatmıştır. Sonunda oltayı kendisine verdim ve ikinci atışta balık geldi.  Mehmet Yaşar, kıyı boyunca oturup balık bekleyen dostlara doğru akustik sesiyle “Ahmet abi balık tuttu!” diye ünledi.

     Bir Hocamın öne çıkmış balıkçı şakirtlerinden Dr. Mehmet Ceran gibi bâzı dostlar elimde olta olmadığını iddia ederek balığı bendenizin tutmuş sayılmayacağını söylediler. Fakat Mehmet Yaşar hakikati şu ifadesiyle tescil etti: “Ahmet abi oltanın etrafında dolaşıp duran ve oltaya takılması mukadder olan balığı yordu. Yorulan balık zaten oltanın ağzında demektir.  Dolayısıyla balığı Ahmet abi tutmuş veya tutulmasına birinci derecede vesile olmuştur.” İtiraz edenler olsa da Bir Hocamın balıklı fikir ve gönül tâliminde balık tuttuğum böylece kayda geçmiş oldu. 

 

    ANKARA’DAN DURDU GÜNEŞ DOSTUMUZ GELDİ

 

     Ey azizan! Bir güzel vaka daha anlatayım size. İki yıldan fazladır görmediğim dostlarımdan Hukuk Müşaviri, değerli entelektüel dost Durdu Güneş’in çıkıp gelmesi sürpriz oldu bizim için. Hasan Ejderha dostumuz “Ankara’dan misafir var” deyip bizi sevindirdi. Bu ifadeyi fakir çeyrek asırdır, “her yerde geçer cümle” olarak kullanır. Taşra toplumunda hane halkı, akraba ve çevrenizde tesirli olmanın ve onları başınızdan savmanın en inandırıcı ve geçerli yolu kararlı bir şekilde “Ankara’dan misafir geliyor” deyip hızla uzaklaşmaktır.      

     Taşrada “Ankara” ismi siyasî ve bürokratlarla yakinlik açısından güç çağrıştıran bir isimdir. “Ankara’dan ağır bir misafir geliyor…” dediğinizde hane halkı ve çevrenizdekilerin hakkınızdaki olumsuz ve boş işlerle uğraşıyor gibi kanaatleri anında değişir ve iş yapan, Ankara’da adamı olan bir insan etiketini hemen üstünüzde hissedersiniz ki bu durum sizi memleket meseleleri ve eşin dostun bürokratik hizmetleriyle ilgilenen bir imaj sahibi yapar. Öyle ki, taşra insanı haklı olarak Ankara’da adamı olan kişileri pek tutar ve toplumda psikolojik avantaj sağlarsınız.

     Şüphesiz ki “Ankara’dan gelen kişi” nin faydaları çoktur. Siz siz olun akraba taallûkat ve çevrenizde tesirli olmak ve “arkanızdan geceleri toplantılara çok gidiyor, sokağa çok çıkıyor” dedikodusundan kurtulmak istiyorsanız arada bir kararlı bir şekilde “Ankara’dan ağır bir misafir geliyor” deyip öyle çıkın sokağa. Çok faydasını görürsünüz.

     Neyse sadede geliyorum. Durdu Güneş dostumuzun bu târif ve tesbitlerle uzaktan yakından bir irtibatı, benzerliği yoktur. Ankara’dan gelince birden Ankara ironisi aklıma geliverdi. Durdu Güneş bey Ankara’da kıdemli bir hukukçu bürokrat olmasına rağmen bu mesleğin özelliklerini hiç taşımaz. Narin ve ince bir insandır. Ömrünü okumakla geçiren bir kitap kurdudur. Kitap tiryakileri câmiasına dahildir. Son derece titiz yerli bir edip ve entelektüeldir.

      “Güneşlik” adlı şahsî sitesinde, “Sevgi Pınarı”, “Ankarahaber.com” ve “Fenafil.com” adlı sitelerde yayınladığı yazıları içinde geleneğe bağlı ve geleneğe atıf yaparak yepyeni mizah metinleri meydana getiren Türkiye’de tek kişi diyebiliriz. Yerli damarlarımıza uygun, zemininde bir felsefesi olan yepyeni zengin fıkralar üretir ki, anlatırken de, metin hâlinde okurken de ifade ve nükte gücüne doyulmaz.

     Ayrıca Ankara bürokrasisini hicveden ve “Kısır Toplantılarla Çöken Bürokrasi” dediği bürokrat hantallığı üstüne mizahî üslûbun en yüksek dozuyla yazılmış olan yazılarını kitaplaştırmıştır. Adalet ve hukuk mekanizmasının çarpık taraflarını onun dilinden okumak bambaşkadır. Mizah kitapları acı acı gülerek bir çırpıda okunası kitaplardır. “Hayvanlığın Âlemi Var”, “Aşk İnsanı Komik Yapar”, “Hayvanca Şakalar”, “Aşk Üzerine Çeşitlemeler.”

      “Hangi Başarıdan Alırdınız”, “Memur Olduğumu Kimseye Söylemeyiniz” adlı kitapları da Türkiye’deki memur-bürokrasi gerçeğini mizahi üslupla anlatan sahasında tek kitaplardır.

     Türk Hukuk Enstitüsü üyesi olan Durdu Güneş, TYB’de “İnsan ve kişisel gelişim konferansları” vermektedir. “Haydi Gelin Dinlenelim”, en çarpıcı seminerlerinden sadece biridir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi