Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Van Dosyası: “Senin için canımı veririm ama oyumu vermem!” (1)

Van Dosyası: “Senin için canımı veririm ama oyumu vermem!” (1)

Van… O zamana kadar hiç görmediğim, “Ankara’nın doğusunda haritada bir yer işte” dediğim, ama daha sonra gidip de tam dokuz buçuk yıl kaldığım, doktor ve idareci olarak çok şey verdiğim (benim inancım böyle, tabii ki takdir yöre halkınındır) ve de çok şey aldığım nadide şehir.

Van Ferit Melen Havaalanı’na ilk ayak bastığımda takvimler 1994’ün Mayıs ayını gösteriyordu.  Yolculuk iyi geçmişti. Hava açık, güneşli, rüzgârdan olsa gerek üzeri inceden pürüzlü gibi olan deniz (Van gölü. Yerel halk böyle tabir ediyor!) mas mavi idi. Nemrut gölü, Süphan Dağı, kıvrım kıvrım kıyıları ve hemen arkalarındaki mor dağlar (Artoslar) ile uçaktan görülen manzara muhteşemdi.

Evet, doğruya doğru; içim rahat değildi. Karmaşık duygular, arapsaçı düşünceler içerisinde bir o yana bir bu yana, bir umut dolu geleceğe, bir hüzün dolu yaşadığım ana savrulup duruyordum. Kolay değildi tabii, ailemi, işimi, Bursa gibi güzel bir şehri bırakmış, hem de ucu açık bir zaman dilimi için bin bilinmeze doğru yola koyulmuştum... Ama bu manzara iyi geldi bana. Kafamı kurcalayıp duran, o an için hemen hiçbirinin cevabı olmayan tamamı soru işareti ile biten düşüncelerden bir nebze de olsa uzaklaştırdı beni. Bu biraz da “Ya Allah” deyip kendimi boşluğa (aslında boşluk değil tabii!) bırakma gayretinden ve kalkıştığım işi irşat için Anadolu yollarına düşmüş Ruhani kişilerin yaptıklarına benzetişimdendi belki bilemiyorum.

İnişe geçtiğimizde bu iyilik halim beklenmedik bir şekilde bozuldu. Demek ki çok da muhkem değilmiş zikrettiğim yerle kurduğum bağ!.. Şehrin etrafında görülebilen tüm alanda neredeyse hiç yeşillik, ağaç yokmuş gibi gelmişti bana!.. Bir Karadenizli için daha ne olsun!?.. “Nihayetinde burası Anadolu ve onun da Doğusu-Güneydoğusu… Dahası biz buraya keyif yapmaya mı geliyoruz ki?” gibi bir düşünce ile rahatlatmaya çalıştım kendimi.

Öğretim üyesi bir doktor arkadaş karşılamıştı beni (O şimdi rektör. Beni güneş gözlüğüm ve fularımla pek havalı bulmuş ve ‘burada kalacak bir tipe benzemiyor’ cümlesiyle tanıtmıştı beni diğer öğretim üyesi arkadaşlara ya, her neyse!). Terminal binasına vardığımızda moralim bir kez daha bozuldu; çok iptidai idi çünkü. O an “Köy havaalanına mı geldik ne!? Demek ki Doğu’da böyle oluyor havaalanları!” diye geçirmiştim içimden.

Çalışacağımız hastaneye doğru yol alırken merakla gözlediğim caddeler, sokaklar, binalar da farklı değildi. Etraf toz toprak, cadde kenarlarında açık ekmek-pide yapan birkaç fırın, ötede beride derme çatma bakkal dükkânları, bazı lokantalar vesaire. Trafik yoktu, trafik lambası da. Çabuk vardık gideceğimiz yere; Tek katlı iki oda bir mutfaktan ibaret fakülte binamıza. Ortada hastane filan da yoktu!

Şehrin merkezi sayılan Cumhuriyet Caddesinin de öyle çok göz alıcı bir yanı yoktu. Gündüzleri belli ölçüde bir canlılık oluyordu ama akşamları, malum terör nedeniyle olsa gerek, ıssız denebilecek kadar sakindi. Bizim için merkezin cezp edici tarafı PTT binasının orada bulunuşu idi. Ailemizle, daha doğrusu tüm Türkiye ile irtibatı bu binanın yanındaki telefon kulübelerinden sağlıyorduk. Bizimle beraber halktan kişiler, memurlar ve de askerler, polisler.  Bir defasında akşamın ayazında konuşma sırası beklerken, konuşması 4-5 dakikayı geçen bir astsubaya şiddetle sitem ettiğimi hatırlıyorum… Bizi bu caddeye çeken bir de, yemek pişirmek üzere almak zorunda olduğumuz tencere tava vesaire satan dükkânların orada bulunuşu idi.

Halkla, esnafla ilişkilerimiz (bazı genç çalışanlar hariç) sıcaktı. Bugünlerde hep konuşulur olan “ayırımcılık” kelimesini aklımızdan bile geçirmeden hizmet veriyorduk ve karşılığında sevgi, saygı görüyorduk. O zaman da dağda PKK vardı ama genel olarak insanlar bize yakın idiler; yabancılık çekmedik. (Şimdi düşünüyorum da ‘belki devletin adamı(!) olmamızın onların davranışlarını etkileyen bir tarafı da var mıydı’ diye; doğrusu emin değilim.) Zaman içerisinde Doğu gerçeğini ve Kürt insanını tanıdık. Dostlarımız, dostluklarımız oldu. Sonuç olarak Van yıllarımız “zordu ama güzeldi.”

2003’te ayrıldım bu özel şehirden. Arada birkaç defa daha gittim. Fizik mekânda çok güzel gelişmeler yanında sosyal tabanda da önemli değişimler olmuştu. Sevindiğim görünür pek çok şeye karşılık üzüldüklerim de az değildi maalesef. Zira Kürt kimliğinin özellikle gözlere sokulduğu, aynı kimlikli belediye başkanlığınca Türkçe açıklaması bile konulmadan Kürtçe pankartların caddelere asıldığı (Buna ait geçmişte birkaç makalem var. Bu siteden girerek okuyabilirsiniz), öğrencilerinizin yanınızda, özellikle size duyurmak amacıyla yüksek sesle Kürtçe konuştuğu, alışverişlerde dükkân sahiplerinin etnik kimliklerinin öne çıkarıldığı, bu şartlarda kendini psikolojik baskı altında hisseden Kürt olmayan memur ve esnafın kaçıp kurtulmaya çalıştığı bir şehir olmuştu güzelim Van.

Deprem sonrasının Van’ını, gerçekten ilk gittiğim kadar merak eder olmuştum. Birkaç hafta önce kısmet oldu. Aldığım iyi haberlere rağmen yıkık binalar, ıssız sokaklar, tekeri kırık at arabaları ile eşya taşıyan ya da patates soğan satan insanlar göreceğimi sanmıştım nedense! Yanılmışım, hem de fena halde. Manzara hiç de öyle değildi çünkü. Yanıldığıma ne kadar memnun oldum bilemezsiniz...

Bir de sosyal taban dediğim Kürt halkının düşüncelerindeki değişim vardı ki, en az diğeri kadar önemli idi benim için. Şimdi bu iki konuyu değerlendireceğiz.

Önce fiziki değişikliklerden söz edelim:

- TOKİ 23 000 konut yapmış: Bununla adeta yeni küçük şehirler oluşturulmuş. (Ancak bunların bir kısmı mevcut şehre uzak ve ısınma sorunları var! Yıkılan Emniyet Müdürlüğü binasının yerine de bir şey konmamış.)

- Kuzgunkıran Tüneli. Van Tatvan arasını, yani Van’ı güneyden Anadolu’ya bağlayan yolu çok rahatlatmış; adeta kışı bahara çevirmiş.

- Güzeldere Tüneli: Aşılmaz tepeleri dümdüz yapan bir yolla Hakkâri’yi Van’a, Anadolu’ya bağlıyor.

- Şehir içinde yollar kavşaklar, alt geçitler( battı çıktılar), bulvarlar, asfaltlamalar, trafik lambaları.

- Tüm şehrin 50 yıllık su ihtiyacını giderecek alt yapı ve su kaynağı tesisleri (Gürpınar’dan)

- Okul, derslik: Yıkılanların iki mislinin yapılmış. (Ama TV’den izlediğim kadarıyla bazı noktalarda hala eksikler var: Barakalarda eğitim veriliyor!)

- Parklar, spor tesisleri, marina. Evet, Van’da marina; yanlış duymadınız!

- Hastaneler, camiler.

- Beş yıldızlı oteller (2 adet), lüks apartmanlar, villalar.

- Ve bazı 7 katlı binalar (!), lüks lokantalar, mağazalar, büyük AVM’ler.

- Çok yoğun bir trafik, Jeep’ler, hemen hepsi yeni olan her marka otomobil, otomobil satış istasyonları-servisler,

- Cumhuriyet Caddesi İstanbul’un Mahmutpaşa’sı kadar kalabalık. Hem bu kalabalık eskisi gibi karanlık çökünce dağılmıyor da; geç saatlere kadar böyle.

Ve sosyal tabandaki değişim…

…Yakın bir arkadaşımla sohbet ediyoruz: Ona Van’daki değişimi, ticaretin durumunu, bu canlılığın sebeplerini soruyorum. Arkadaşım uzun yıllar Ak Parti’ye aklıyla, ilmiyle (bunları pek de kullanan olmadı ya!), parasıyla, dürüst kimliği ve tabanda saygı duyulan kişiliğiyle hizmet etmiş bir “güzel insan”. Yurt içi ve yurt dışı tecrübesi var. Kürtçe, Arapça, İngilizce bilir; devletine, milletine bağlı, ilahiyatçı bir Kürt vatandaş. Üç defa da milletvekili aday adayı olmuş ama partisinin büyüklerince aday listesine dahi girmeye layık görülmemiş maalesef! Şimdi siyaseti bırakmış (öyle söylüyor!) kuyumculukla uğraşıyor; küskün,“bizim gibiler siyasette rağbet görmüyor, bari ticaretime bakayım dedim” diyor.

Arkadaşım yatırımlar çok iyi diyor. “Kim yapıyor bunca yatırımı” sorusuna verdiği cevap:  Bizzat devletin kendisi, teşvikler ve öz sermayeleri ile şahıslar. Buralı da var, dışarıdan gelenler de.

Barış sürecinin yatırımları hızlandırdığını, eskiye göre geleceğe daha güvenle bakabilen insanların artık şahsi yatırım yapmaktan kaçınmadıklarını söylüyor. “Peki, bunların içinde toz parası yok mu?” dediğimde ise “Yok, en azında yok denecek kadar az” diye cevap veriyor (Toz parası uyuşturucunun karşılığı olarak kullanılıyor ve bu ‘bir kilo toz bir otopoz-otobüs’ şeklinde tabir ediliyor!).  Nedenini sorduğumda ise; “Artık asker, polis kaçakçı ile tozcu ile işbirliği yapmıyor-yapamıyor “ diyor.

Adım gibi biliyorum ki bu siyaset denilen virüs bir defa vücuda sirayet etti mi, ancak teneşirde, imamın baştan aşağı hem de birkaç defa yıkamasıyla paklanır! Bu sebeple dostumun siyaset yapmayı gönlünden tamamen çıkarmış olduğuna inanmıyorum ve soruyorum: “Yakında seçimler var, aday olmayı düşünüyor musun?..”

Verdiği cevap müthiş; tabandaki değişimin ölçüsünü gösteriyor bence. Anlatayım:

- Valla Hocam, geçenlerde bir vesile ( …) köyündeki akrabaları ziyarete gitmiştim. Gitmişken hele bir nabız yoklayayım dedim. Yanlış anlama, seçimlere girmeyi düşündüğümden filan değil!

Gelinimize sordum: “Aday olursam bana oy verir misin?” Anında ve çok net bir ses tonuyla “Hangi partiden?” diye karşılık verdi bana. “Eee Biliyorsun ben Ak Partiliyim. Geçmişte de oradan aday olmuştum” dedim. O bölge için çok da genç sayılmayacak yaşta bir insan olan gelin kızımızın verdiği cevap gerçekten ilginçti:

- Amcacım, sen bizim akrabamızsın. Sizi ne kadar sevdiğimizi bilirsin. Senin için canımızı veririz ama…

- Yani?

- Amca kusura bakma. Saygısızlık etmek istemem!

- Yok, yok ne münasebet, ne saygısızlığı? Seni bilmez miyim? Söyle!

- Senin için canımı veririm ama oyumu vermem!

Bu kadarını beklemiyordum doğrusu; şaşırmıştım. Aklındakini tahmin ettim elbette ama kendi ağzından, kendi cümlesiyle duymak istedim. Sordum:

- Peki, bana vermezsen kime verirsin?

- Kim olduğu mühim değil. Bizim partimiz var; kimi aday gösterirse ona veririm.

Evet, dostlar durum böyle… Yorum yok! Sadece bir cümle söyleyeceğim: Ülkemizi son kırk elli yıldır (siviliyle, askeriyle, sermayesiyle, medyasıyla ve diğer etkin güçleriyle) yönetenlerin (aslında son yüz yıl diyeceğim ama hayatta değiller!) hiç olmazsa sebep sonuç ilişkisini kuruncaya kadar, kalkmamacasına oturup bu cümle üzerinde düşünmesi gerekiyor. Özellikle de Doğu ve Güneydoğu’daki halkın teveccühünün kahir ekseriyetle kendisinde olduğunu zanneden Ak Partili dostlarımızın tabii. Bu onların boynunun borcu.

Haftaya kısmet olursa sosyal tabandaki değişimi irdelemeye devam edeceğiz.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi