Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Mesnevi’den bir hikâye... Dindar görünen din bozguncusu!

Mesnevi’den bir hikâye... Dindar görünen din bozguncusu!

Öncelikle söyleyeyim ki; bugün, sadece “Mesnevi’den bir hikâye” anlatıp, yazıyı tamamlayacaktım... Ne var ki; “dünkü yazıma” değinmeden geçemedim... Bir “Abi” ile “Abla”dan gelen mektupları aktaran dünkü yazım, büyük “yankı” yaptı... Meğer, ne kadar “dertli” varmış... Ve ne kadar “küfürbaz” varmış!..

Yazan yazana...

“Abi-Abla yurtları”nda kalıp da, “polis, hakim, savcı, ya da sağlıkçı” olanların “kimler” olduğunu yazanları mı ararsın, “Bir Hıristiyan ile evlenen Müslüman kız” haberinin “Cemaat televizyonları”nda nasıl “övgüyle” verildiğini bildirenleri mi ararsın?..

ÜNİVERSİTELER VE TÜBİTAK!

Hele bir “mektup” var ki, sizlerle paylaşmadan geçemedim...

“Üniversitelerden birinde öğretim üyesi olarak çalışmaktayım” diye başlayan mektup; “İsmimi yazamıyorum, çünkü...” diye devam ediyor ve “çünkü”nün gerekçesi şöyle açıklanıyor:

“İsmimi yazamıyorum, çünkü; birçok üniversitemiz gibi, benim çalıştığım üniversite de Cemaat’in elindedir!”

“Öğretim üyesi” olan okurum, üniversitelerde dönen dolapları da şöyle açıklıyor:

Üniversitenin bütün imkânlarını sadece kendi cemaatlerinden olan insanlara kullandırırlar, başkalarına en küçük hak bile tanımazlar... 

Üniversitelerdeki malûm cemaat mensupları bir araya gelerek, kendilerinden olanlara kolaylıkla ‘Yüksek Lisans ve Doktora’ yaptırıyorlar ve anında ‘kadroya’ tayin ettiriyorlar... Sonra, yeni atananlar için bir araya gelerek makaleler yazılıp, doçentliğe başvuru şartları sağlanır sağlanmaz doçentliğe müracaat ettirilerek ‘jüri’lerini ayarlıyorlar. Böylece, üniversitelerde sayılarını hızla artırarak tabiri caiz ise, üniversiteyi ele geçiriyorlar!..

Son on yılda hükümetimiz, Türkiye’de bilimin gelişmesi için TÜBİTAK aracılığı ile her yıl AR-GE projeleri için büyük miktarda paralar ayırıyor.

Üniversitelerde çalışan Cemaat mensupları hiçbir bilimsel niteliği olmayan projelerle başvurarak TÜBİTAK’taki adamlarının yardımı ile AR-GE projelerine ayrılan kaynakları haksız yere talan ediyorlar.

Cemaatten olan ‘bilim adamları’nın birçoğunun iki ve üzeri araştırma projesi var. Ne acıdır ki, cemaatten olmayan bilim adamlarının önemli projeleri destek alamıyor. Bu vurgunu kamufle etmek için ara-sıra cemaatten olmayan bilim adamlarının küçük olan bazı projelerine ise göstermelik destek verilmektedir.

Ülkemizin beyni olması gereken üniversitelerimizin önemli bir kısmının ve de TÜBİTAK gibi bir kurumun Paralel Yapı tarafından yıpratılmasını, suiistimal edilmesini, yolsuzluk yuvalarına dönüştürülmesini benim gibi bir çok bilim adamı sadece acı ile izlemek durumunda kalmaktadır.

Umarım, hükümetimiz bu önemli konuyu da gündemine alır.”

“Öğretim üyesi”nin bu kısa mektubu, öyle sanıyorum ki; “üniversitelerde ve TÜBİTAK’ta neler döndüğünü” görmeye yeterlidir... Olayın güzel olan tarafı şu ki; Hükümet tarafından “TÜBİTAK’a el atıldı” ve “tuzak” kuran “Paralel’ciler” ayıklanmaya başlandı...

Öyle umuyorum  ki;

TÜBİTAK, bir “Cemaat çiftliği” olmaktan kurtarılacak, burada uygulanan “mobbing, taciz ve sürgün”lere son verilecektir!..

Haa; gelen “mektup, faks ve mail”lerin hepsi “bilgi verme” amaçlı değil... Bazıları “küfür” ve “hakaret” dolu... “Beddua” edeni mi ararsın, “Yüzüne tüküreyim” diyeni mi?..

Küfür ve hakaret gırla!..

Hepsini sineye çekiyor ve diyorum ki; “Allah onları ıslah etsin!”

HİKÂYE DEYİNCE MESNEVİ

Her neyse... En başta da dedim ya; Eğer bu “bilgi yağmuru” ve “hakaret”ler olmasaydı, doğrudan “hikaye” ile başlayacaktım yazıya...

Yine de geç kalmış sayılmam...

Malûm, “hikâye” denilince, Mevlâna Celâleddin-i Rumî Hazretleri ve onun “Mesnevi”si gelir akla...

Çünkü Mevlâna Hazretleri, sadece “kendi zamanına” değil, “gelecek nesillere” de seslenir... Çünkü, onun anlattığı “hikâye”lerde; “günümüze ayna tutan paha biçilmez bilgiler” ve “asla unutulmayacak ibretler” vardır...

Bugün aktaracağım “hikâye”si ise, sanki, “tam da bugünlere seslenen” ibretlik bir hikâyedir.

Bu hikâye;

Mesnevî’nin birinci cildinin, bendeki tercümesine göre, “336. beyit”ten, bir başka tercümede ise “325. beyit”ten itibaren başlıyor... 

Çok uzun bir hikâye… 

Bildiğiniz gibi; Hz. Mevlâna, bir hikâyeyi anlatırken sık sık öğütler verir, uyarılar yapar, hikâyenin içine başka hikâyeler katar ve sözü sonunda bağlar. 

Ben aradaki öğüt ve diğer hikâyeleri bir yana bırakarak asıl hikâyeyi aktarmak istiyorum...

Hikâyenin tamamını kendiniz okursunuz. 

Tavsiye ederim.

DİN DÜŞMANI KURNAZ VEZİR

Hz. İsa düşmanı ve Hristiyanları öldüren zalim bir Yahudi kralı vardı. Kral, Yahudice kininden dolayı öyle şaşılaştı ki; aman Yarabbi, aman! 

“Ben, Hz. Musa dininin koruyucusuyum” di­yerek, zulüm ile müminleri sürekli öldürüyordu.

Kralın; düzenbaz, fitne ve fesat ocağı, gaddar bir veziri vardı.

Krala şöyle dedi: 

“Hristiyanlar, can korkusuyla padişahtan dinlerini gizlerler. Onların öldürülmesinde bir fayda mev­cut değil; dinin misk ve öd ağacı gibi ko­kusu ve dumanı yoktur. Bu gizli bir sırdır, sana malûm olmaz. Şüphesiz içi ve dışı birbirine zıttır.” 

Kral; “Bu hususta tedbirin, hile ve düze­nin nedir? Söyle! Tâ ki bu dünyada gizli ve aşikâr hiçbir Hristiyan kimse kalmasın!” deyince;

Vezir dedi ki:

“Ey kral, hemen bir kulağı­mı kopart, burnumu kırdır, dudağımı yardır ve elimi kestir­! Sonra da beni darağacının altına getir. Biri af dilesin, sen de affet! O yerde bunu herkes öğrensin de böyle­ce bu iş herkes tarafından duyulsun. Ardından beni sürgün et, buradan uzak kalayım ve bu sürgünle meşhur olayım. 

Diyeyim ki: 

‘Ben gizli Hristiyan idim. Zi­ra hâlimi cihanı yaratan Allah bilir. Kral benim imanımı anlayınca öfkelendi ve canıma kastetti. Maksadım kendi dinimi gizlemek, kralın dininden görünmekti. O benim sırrımın kokusunu aldı. Sözüm ve işimdeki kusurları gördü ve bana ‘Senin sözün, içinde iğne olan ek­mektir bana. Senden yana kalbimde pen­cere açtım. Gönül penceresinden hâlini gördüm. Artık senin sözünü dinlemem’ dedi.

Eğer Hz. İsa’nın ruhunun yardımı olmasaydı o Yahudi kral beni parçalardı. Gerçi Hz. İsa’nın yoluna can feda olsun. Bu benim için yüz bin kere minnet ve saa­dettir. Hz. İsa’dan canımı esirgemem. Onun dininin il­mini en iyi ben bilirim, bu konuda bana denk bir âlim yoktur. Benim derdim bu temiz dinin cahiller arasında mahvolmasıdır. Allah’a şükür ve Hz. İsa’ya selâm olsun ki bu gerçek dini tamamıyla anladım. Şimdi o Yahudi’den kurtulmuş, Hristiyanlık kemerini kuşanmışım. Ey talihliler, zaman, Hz. İsa zamanıdır. Onun dinine sıkı sıkıya sarılmak gerektir!’”

MÜMİNLERE KARŞI TUZAK KURULUYOR

Vezir, krala bu hilesini anlatınca; bu ted­bir, kralın pek hoşuna gitti.

Kral, vezirin istediğini yaptı. Halk, bu vaziyet karşısında vezire hayran kaldı. Zalim kral da; veziri, Hristiyanların bulunduğu tarafa sürdü. O da, halkı etrafında toplamaya önem verdi.

Binlerce Hristiyan ona rağbet ederek yavaş yavaş etrafında toplanmaya başladılar... Vezir, İncil’in, “zünnar”ın sırrını, mânâsını onlara anlatıyordu.

Görünüşte, “dinin hükümlerini anlatan bir vaiz”di... Hakikatte ise, bu, onları avlayacak bir “tuzak”tı. Halkın, inanarak gönül verdiği o hilekâra Hristiyanlar, tamamen tâbi oldular. Ona gönül verip büyüsüne aldandılar, Hz. İsa’nın vekili sandılar.

O ise, gerçekte lânetli bir Deccal’dı. 

Ey yar­dımcı olan Allah, kullarına yardım eyle!

Yolda binlerce tuzak ve tane var. Bizse aç ve haris kuşlar gibiyiz.

Ankalar gibi yükseklerde de uçsak bile, her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz.

Sen bizi bir tuzaktan kurtarırsın, biz yine bir başka tuzağa düşeriz.

Biz, bu dünya ambarında buğday toplu­yor, bir yandan topladığımız buğdayı kaybediyoruz.

Buğdayın kayboluşunun, farenin hilesinden olduğunu aklımızı kullanıp idrak etmiyoruz.

Fare ambarı deldi. Onun hilesinden mah­sul dağıldı.

Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday ölçeğini omuzla.

Eğer ambar faresinin hilesi yoksa, bizim kırk yıllık amelimizin buğdayı nerede?

Bu kadar zamandır doğruluğumuzun, işi­mizin hâsılı niçin ambarımızı doldurmadı?

“ÖL” DEYİNCE ÖLECEKLER

Bazı zevk ve hâl sahihleri vezirin sözlerin­de bir acılık duydular. O güzel konuşuyordu, lâkin sözleri zehir karıştırılmış şekere benzerdi.

Her bir sözün güzelliğine aldanma! 

Gözü­nü aç, onda çirkin bir mânâ olabilir. Kalbi kötü olanın sözleri de kötüdür. 

Onun gönlü ölüdür. 

Ruhu ebedî olmaz.

Vezir, görünüşte Hak yolunda çevik olun di­yor, içinden canın gevşekliğini istiyordu.

Zevk sahibi olan ve fakat ârif olmayanlar, vezirin hi­lesine aldanıp gerçeği anlamadılar.

O altı yıl padişahtan ayrı kaldı. 

Hristiyanların koruyucusu oldu.

Halk dinini, gönlünü vezire emanet edip varını yoğunu ona verdi.

O gönlü karanın asıl arzusu; “müminleri; rüz­gârın savurduğu saman gibi dağıtmak”tı!..

Kral ile vezirin arasında gizlice devamlı haberleşme oluyordu.

Kral ona; “Ey benim makbul vezirim! Artık senin gayretinle gönlümün şad ol­ması zamanı geldi” diye yazdı.

Vezir de; “Ey kral! Şimdi işim fitnedir. Hz. İsa’nın di­ni bundan böyle fitneden kurtulmaz” dedi.

Hristiyanları idare eden on iki emir vardı.

Her fırka bir emire tâbi idi. Tamah yü­zünden beylerine kul, köle gibiydiler.

Emirler, kavimleriyle beraber o vezirin kulu kölesi olmuşlardı. Hepsi onun sözlerine tamamen inanmış ve onun gidişine uymuşlardı.

O “Ölün!” dese, her bir emir her zaman için ölmeye hazırdı.

.......

Efendim, benden bu kadar... Başta da söylediğim gibi siz, “hikâyenin gerisi”ni Mesnevî’den okuyun...

*********************************************************************

Ben ne dedüm ki!.. Biz ne yaptık kii!

Tarih, Eylül 2006’nın ortaları... 

Televizyonlardaki “kadın programları”ndan birine çıkan bir kadın, eski kocası hakkında “ağzına geleni” söylüyordu!.. 

Ne “p...şt”luğunu bırakıyordu, ne “p....nk”liğini!.. Sunucu, sık sık araya girip, “Lütfen düzgün konuşun” diyerek ikaz etmek zorunda kalıyordu...

Kadın, hiç istifini bozmadan şöyle cevap vermişti:

“Ben, ne dedüm kii!”

“Paralelciler” de öyle... Bu ülkenin Başbakanına “ağızlarına geleni” söylüyorlar, “beddua” ediyorlar, “ölüm”ünü istiyorlar, sonra da dönüp, diyorlar ki;

“Biz ne dedik ki?”

“Telefon”ları dinliyorlar, “şantaj” yapıyorlar, “fotoğraf” çekiyorlar, “dinleme”nin, “fişleme”nin haddi hesabı yok... Sonra da, sanki hiçbir şey olmamış gibi, diyorlar ki; “Biz ne yaptık ki?”

Süleyman Soylu’nun dediği gibi; 

“Devletten parsel” istiyorlar... “Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Seçim Kurulu, Maliye bizim olsun!.. Sağlık Bakanlığı’nı biz idare edelim!.. Valileri ve emniyet müdürlerini biz tayin edelim!” diyorlar...

Ama, “Sizin yaptığınız ‘Paralel Devlet’ oluşturmaktır” denildiğinde de, cevap veriyorlar: 

“Biz yapmadık, biz ne yaptık ki?!?”

Yersen!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi