Yaşar Değirmenci

Yaşar Değirmenci

Dâvâsını üretenler/ Dâvâsını tüketenler(2)

Dâvâsını üretenler/ Dâvâsını tüketenler(2)

Ashabı kiram dini, Kur’an ve Sünnet’ten öğrenip “duyduk ve itaat ettik” dediler. Ahir zamanda sahabeyi ikramın izini sürmek isteyenler de bu anlayışı, Kur’an ve Sünnet’i kanun kabul edip, bu iki kaynağa tam manasıyla teslim olarak hayata geçirmek mecburiyetindedirler. Yaptıkları ve yapacakları ‘Dinimize Hizmetleri’ni bu ölçüye vurarak yapmaları şarttır. Ashabı kiram, insanlığın hayrı için çıkarılmış bir ümmetin dine ilk hizmet eden adamları olduklarının farkına vararak büyük düşündüler. Biz de yüreklerimizi ümmete açıp asırlık planlar yapacak büyük kafalara sahip olma kararlılığını göstermeliyiz. Ashabı kiram, imandan kaynaklanan kardeşlikleriyle bâtıla karşı tek vücut olarak cemaat ruhuyla yaşadılar. Onları örnek alan bizler de sahabeleşme sürecinde bu usul ve üslubu takip etmeyi kendimize şiar edinmeliyiz. Ashabı kiram fitnelere karşı müteyakkız oldular. Fitneyle karşılaştıklarında da ona teslim olmadılar. 21. yüzyılın mü’minleri olarak bizler de zamanın fitnelerini tespit ederek şeytanın kılıf giydirdiği oyunlara karşı net bir tavır göstereceğiz. Cihadsız İslam olmaz. Ashabı kiram da cihadı sadece meydanlarda görmeyip yaşanan her ânın gereğini yaparak gerçekleştirdiler. Onlar kardeşlerine yaptıkları emri bi’l maruf nehyi ani’l münkeri de cihad olarak gördüler. Sahabeyi rehber olarak gören, bizler de Ümmetimizin derdini dert edinip hayatın her alanını cihad meydanı olarak görmek durumundayız.  Ashap melek değildi. Onlar, dağların yüklenemediği ‘kulluk yükü’nü taşırken yaptıkları hataları bile ecre dönüştürmeyi bildiler. 

Cemaat ve klik bağlılığında had aşılırsa, kişilerin düşünceleri, sözleri din hâlini almaz mı?

Peygamber Efendimiz: “Beni Meryem oğlu İsa’yı yüceltip uçurdukları gibi yüceltip uçurmayın. Ben yalnızca bir kulum. Deyin ki: Allah’ın kulu ve Rasulü.” Yine Peygamberimiz: ‘Kızım Fatıma! Ameline dikkat et. Babanın Peygamber olmasına güvenme!’ buyuruyor. Ziyad bin Lebid (r.a) diyor ki:

 Peygamber aleyhisselam bir şey anlatmış da ‘Bu, ilmin kalktığı zamanlarda olacak’ demişti. Ben de dedim ki: Ya Resûlallah, ilim nasıl kalkar? Biz Kur’an’ı okuyoruz, çocuklarımıza okutuyoruz. Çocuklarımız da çocuklarına okutacaklar. Kıyamete kadar bu böyle sürecek. Buyurdu ki: ‘Anan kaybetsin seni! Ziyad, ben seni şu Medine’nin en akıllı adamlarından zannederdim. Yahudiler ve Hıristiyanlar da Tevrat ve İncil’i okumuyorlar mı? Ama içindekilerle amel etmiyorlar!’ Mesele bildiklerimizle, duyduklarımızla amel etme meselesidir. Hz. Aişe: ‘Kim Muhammed yarın ne olacağını bilir zannediyor ise, şüphesiz o, Allah’a büyük bir iftirada bulunmuştur.’ Çünkü Peygamber Efendimiz, hiçbir zaman “ben her şeyi bilirim” iddiasında olmamıştır. Aksine o “Vallahi yarın nefsime bile ne yapılacağını bilmiyorum” itirafında bulunmuştur. Bu hususta üç değerli ilim adamı ve mutasavvıftan, üç önemli misal vermek istiyorum. İbnü’l Cevzî’nin Telbîsü İblîs kitabında: “Peygamber Efendimiz zamanında Müslümanlar kendilerini iman ve İslam’a nispet ediyorlardı. Şimdi Allah ve Rasulünden önce filanca cemaate nispet ediliyorsa ‘Rasulullah zamanından farklı bir din oluşturduk’ demektir. Bu da âlimler kanalı ile olmuşsa cinayettir” diyor. İmam-ı Gazâlî’nin İhyau Ulûmid-dîn’in Kitabu’l İlm bahsinde: “Sen gerçekten Hakk’ın peşinde isen Hakk’ı bil. Hakk’a göre adam seç! Adama göre Hakk seçersen sapıklık çölünden çıkamazsın” diyor. Şâtıbî’nin İ’tisâm kitabında: “Alimlerin, şeriatın hükmünü öğrenmede vasıta olabilecekleri dışında, hükmün ya da şeriatın kendisi gibi görülmesi sapıklıktır. Son belge ve en üst güç Şeriat’tır” diyor. Mektubat’ta ‘fartı muhabbet’in tehlikesinden bahisle İmam-ı Rabbani Hazretleri tehlikenin boyutuna dikkat çekip talebelerini çeşitli mektuplarıyla ikaz ediyor. Bu ikaz dinlenilmediğinde, insanlar Allah’a itaat eder gibi bir beşere itaat edebiliyorlar. İtaat edilen kişi de hata etmez görülünce, onun yanlışları doğru gibi uygulama imkanı buluyor. Sonra da sapma orada kalmıyor. Şahsî hata olmaktan çıkıyor, yaşadığımız facialar kaçınılmaz oluyor. Hatada hikmet aranıyor. Hele şu mahremiyetin kalmadığı internet, soyal medya ağında. Bu hengamede, bu hercü merc içinde bir de diğer cemaatler, muhtemel konuşma ve görüşmelerden, ettikleri sohbetlerden dolayı kendi ‘hizmet hareketleri’ne zarar vermesinler. Aman dikkat!... 

 Din anlayışında daralmaya da mani olmalıyız. İslam, hayatı kuşatan bir din olarak geldi. Ekmekten yağa, evden sokağa, camiden çarşıya, devletin başından dağdaki çobana, imamdan cemaate kadar herkese söyleyeceği sözü olan bir din olarak geldi. Camiler yaptı, şehirler kurdu. Ordular yönetti, ülkeler fethetti. Evliliğe müdahale etti, boşanmaya müdahale etti.

 Nerede insan varsa, orada bulunmayı kendine uygun gördü. İslam, önceki dinlerin hepsinin kuşatıcısı, hayatın her alanını dolduran bir din olarak akidesini getirdiği kadar Şeriat’ını da getirdi. İnsanları ikinci bir sisteme muhtaç bırakmadı. Neden bir mü’mine selam vermek büyük sevaplardan biri sayılmıştır? Bir köpeğe bile su vermek cennet sebebi olabilir. Bir cami yaptırmak kadar büyük bir sevap, o camiye bir tuğla koymak olabilir ama hepsinin en temel şartı, o işin Allah için yapılıyor olmasıdır. Neyin nasıl Allah için olacağını da bizim özel konumumuz, isteklerimiz belirlemeyecektir. Neden mü’mine tebessüm etmek sadakadır? Neden eşler birbiriyle ilgilenirken sevap kazanıyorlar? Bunlar düşünmeye değmez mi? Allah’ın dinine hizmetle ferdî ibadetlerimizi birbirine ezdiremeyiz. Tâbiînden Muaviye bin Kurre’nin şu sözüne dikkat edelim: ‘Bana, gece gözyaşı akıtan gündüz de tebessüm edeni gösterin.’ Din anlayışındaki bu daralmayla, Müslüman için hayata anlam katan, hayatı renklendiren en önemli faktör ‘gayba iman’ da daralmıştır. Gayba imanın daralması da vahiyle ayakta duran dinin iki kaynağı Kur’an ve Sünnet üzerinde olumsuz tesirler göstermiştir. Âyet ve hadislerin konuşulduğu zeminlerde ‘bana göre’ diyerek konuşmaya başlanmakta sakınca görmeyen Müslümanlar türemiştir. Belgelenebilen, ilmîliği ispat edilebilen ibadetler, diğerlerinden daha itibar edilir hâle getirilmiş, bir meselenin
Kur’an kaynaklı olması, onun tartışılamaz olmasını sağlayamaz duruma düşürülmüştür. Kavramlarla, ölçülerle oynanmıştır. Yahya bin Said diyor ki:

Ebu’d Derda, Selman Farisi’ye yazıp dedi ki:

‘Mukaddes mekânlara (Kudüs’e) davet ediyorum seni, gel.’

Selman ona şöyle cevap yazdı: ‘Toprak kimseyi mukaddes yapmaz. İnsanı ancak ameli mukaddes yapar.’ 

Siyasi, şahsi, ekonomik sebepler, medyanın yanlış ve kasıtlı yönlendirmeleri, bütün şer güçlerin sinsi tuzakları ortada iken, bizlerin bunlarla uğraşması ne kadar doğrudur?

Zaten var olan uçurumu biraz daha derinleştiren ve uçurumu kapatma umudunu eriten bu anlayış, pek çok insanın yıllarının heba olmasına, büyük bir enerjinin boşa gitmesine sebep olmadı mı? Aynı camide namaz kılanlar, birbirlerinin imanından şüphe etmediler mi? Neticede ortaya, ılımlı İslam, aşırı İslam, orta hâlli İslam gibi safsatalar çıkmadı mı?  

 Elbette İslam’ı daha iyi yaşama, daha iyi cihat etme gibi bir yarış olacaktır, olmalıdır da. Allah’a daha yakın olma üzerinden bir yarış, Kur’an’ımızın emridir; bu yarış, daha iyisini yaparak ortaya konmalıdır. İtham ederek, çirkinleştirerek veya Müslümanı Müslüman olmayanlar seviyesinde görerek olmamalıdır. Bir değerin ihyası, değersizin üzerinden yapılamaz. İyi olduğuna hükmettiğimiz bütün işlerde temel prensip şudur: Allah için yapılacak bir işin makbul olmasının ilk şartı, o işi Allah’ın istediği gibi yapmış olmaktır. Bu kural İslam adına yapılan hizmetler için de geçerlidir. İnsanlar arasında iyi görülüyor olması bir işe İslamilik kazandırmaz. Kur’an’ımızın üç örneği nesillere iyi öğretilmelidir. Bu üç örnek, küfre karşı en vakur duruşu sergilemekle Kur’an- Kerim’in bize verdiği örneklerdir. İbrahim aleyhisselamın babasının da bulunduğu bir sisteme ve kitleye karşı imani duruşu. Ashabıkehf’in içinde bulundukları sarayın debdebesine rağmen şirke karşı imandan yana sergiledikleri büyük duruş. Firavun gibi bir zalime karşı tek başına direnç gösteren Âsiye validemiz. 

 Allah dostları şöyle derlermiş: Ne mutlu yüz akı ile ahirete gidebilene... Yüz akı ile son noktayı koyabilenlere... 

Cemaatin önemine dikkat çeken bir Peygamber

Yezîd bin Âmir (ra) anlatıyor:

“Allâh Rasûlü namaz kılarken yanına varmıştım. Oturdum ve cemaate iştirâk etmedim. Efendimiz namazdan sonra bize doğru dönünce, kenarda oturduğumu gördü:

“–Ey Yezîd, sen müslüman olmadın mı?” buyurdu.

“–Oldum yâ Rasûlallâh!” dedim.

“–Öyleyse cemaate katılmaktan seni alıkoyan nedir?” buyurdu.

“–Sizin namazı kılmış olduğunuzu zannederek evimde kılmıştım” dedim. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

“–Şâyet namaza gelir de insanları namazda bulursan, onlarla birlikte kıl. Eğer daha önceden namazını kılmış isen, bu senin için nâfile olur. Evde kıldığın da farz yerine geçer” buyurdu.

DERS

Halife Harun Reşid, maneviyat büyüğü Fudayl bin İyaz’a sorar: 

- “Yüklendiğim mükellefiyetin ağırlığı altında eziliyor, geceleri uyuyamıyorum. Bana ne tavsiye edersiniz? Nasıl bir anlayış ve tutum içinde olayım yönettiğim halka karşı?” 

Maneviyat büyüğü, sorumluluk sahibi yöneticinin halkına karşı tutumunu şöyle tarif eder: 

- Sen der, ülkeni kendi evin, ülke halkını da kendi ev halkın bil, ülkenin yaşlılarını kendi anan-baban, gençlerini de kendi oğlun-kızın kabul et. 

Anana-babana, oğluna-kızına neleri layık görürsen ülke halkına da onları layık gör, öyle muamele eyle. İşte bundan sonra görevini yaptığını düşünerek rahat uyuyabilirsin! 

Sözlerini şöyle bağlar maneviyat büyüğü: 

- Şayet tavsiyemi tutar da ülkeni evin, ülke halkını da ev halkın bilir, onlara kendi ev halkına layık gördüklerini layık görür, layık görmediklerini de layık görmez, bir ayırım yapmadan hepsine de eşit muamele yaparsan, senin bu adaletli hizmetinin her saati, bir senelik nafile ibadet derecesine yükselir, bunu da böyle bil. 

Efendimiz, adil bir yöneticinin hizmette geçen her saatinin, sıradan kimselerin bir senelik nafile ibadetinden üstün olduğunu haber vermiş, sorumluluk sahibi gerçek yöneticiyi böyle tarif buyurmuştur. 

Eşkıyanın soygunundan kurtaran  

Hafız Burhan’ın çektiği ‘Ah!’ 

1930’lu yıllar İstanbul’unun Karacaahmed’i, kabadayı soyguncuların barındığı bir yer imiş. Bir gece geç vakitlere kadar musiki dolu bir ahbap sohbetinde bulunan Hafız Burhan Üsküdar’a inecektir. Mezarlığın durumunu bildiği için yanındakilere, “Biraz dolaşalım, ama Karacaahmed’in içinden geçmeyelim” der. 

Gruptaki binbaşı dostu, belindeki tabancayı göstererek, “Merak edecek bir şey yoktur” diye kestirme gitmeye ikna eder. Tam mezarlığın ortasında iki yandan atlayan kabadayı soyguncular “Eller yukarı, cepler dışarı” diye nara atarlar. Kimse kıpırdayamaz. Tabii binbaşı da… Hafız Burhan’ın gözü binbaşının tabancasındadır. Fakat binbaşının yüzü yerdedir.

Soyguncular ellerini çabuk tutmakta, bu arkadaş grubunun üst başında ne var ne yok soymaktadırlar. Hafız Burhan herhalde kendisine verilmiş hediyelerin de artık gideceğini anlayınca, candan ve içten o meşhur “Ah”ını çeker.

Dakikalarca süren bu hazin, derin ve içli ah, soyguncuları durdurur. Onlar da şaşkınlaşan Hafız’ın arkadaşlarıyla birlikte ve huşu ile bu sesi dinlerler. Tek kelimeden ibaret bu musiki ziyafeti biter bitmez de, “Aman Hafızım bizi affet, tanıyamadık” diyerek bütün aldıklarını geri verirler. Üstelik de bir başka kaza olmasın diyerek iskeleye kadar onlara refakat ederler.

Hafız Burhan ise, çok keyifli bir şekilde gülerek binbaşıya tabancasını işaret eder. Adeta hangimizin silâhı daha tesirliymiş demek ister. Ancak binbaşıda konuşacak hal yoktur. 

Allah’ım! Sen neden hoşnut isen bizlere onu yaptır

Ey ihtiyaç ve hâcetleri gideren, belâları def edip kaldıran Allah’ım! Bizim ihtiyaçlarımızı gider, belâları bizden uzaklaştır ve kaldır. 

Ey bizleri koruyup gözeten Allah’ım! Bizleri, din kardeşlerimizi, sevdiklerimizi, yârânlarımızı ve dostlarımızı her türlü şer ve zarardan sen koru.

Allah’ım! “Allah” kelimesini, ismini dünyanın her tarafında yücelt. Senin ismini yüceltip dünyanın dört bir tarafına götürme işinde bize de hizmet etme imkanı ver. Sema ve arzdaki kulların arasında sevilmemiz için vüdd, meveddet ve sevgi vaz’ et ve yerleştir. Bizleri, iman edip Sâlih ameller işleyen ve kendilerine sevgi vaz’ ettiğin, yerleştirdiğin kullarından eyle.

Allah’ım! Sen neden hoşnutsan bize onu yaptır!

Allah’ım! Âhirette bizi sevdiklerinle birlikte haşr ve neşr eyle!

Allah’ım! Bizi İslâm’a hizmet yolundan ayırma!

Allah’ın size helal kıldığını haram kılmayın

Bazı din ve mezhepler Allah’a ibadet için evliliği terk etmeyi, kadınlardan uzak durmayı tavsiye etmiş veya gerekli görmüşlerdir. Halbuki İslam evliliği teşvik etmiş, kendini ibadete vermek maksadıyla da olsa evlenmeden kaçınmayı hoş görmemiştir.

Sahabeden bazılarının böyle bir temayül göstermeleri üzerine “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez” /el-Maide 5-87) ayeti nazil olmuştur. Rasul-i Ekrem (sav) “Sünnetimi terk eden benden değildir” buyurmuştur.

Fıkıh bilginleri evlenmediği  taktirde zinaya düşmekten korkan, evlenmeye de kudreti olan kimsenin evlenmesi farz, ibadete kendini vermek için bekar kalmaktan ise evlenmek daha evladır” hükmünü benimsemişlerdir.

Vahy‹n Dilinden

 “Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel dostturlar.” 

(4 Nisâ, 69)

Allah RasÛlü’nden

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Yapılan günahlardan pişmanlık, tevbedir. Günahlarına tevbe eden kimse sanki o günâhı işlememiş gibi olur.” 

Günün Sözü

“Hidayet, O’na doğru yürüyene koşar. Yağmurdan kaçanların kuraktan yakınmaya hakkı yoktur.” 

Selâhaddin ŞİMŞEK

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum
Yaşar Değirmenci Arşivi