Çevre kirliliği açısından Osmanlı uygulamaları ve günümüz

Çevre kirliliği açısından Osmanlı uygulamaları ve günümüz

Yazdım sanıyordum, ama galiba yazmamışım. Oysa Müslümanların çevre konusunda söyleyecek çok sözleri var.
Bu konu, Avrupa'nın gündemine ağırlıklı olarak 70’li yıllarda girdi. Avrupa’nın en irileri 5 Haziran 1972’de Stokholm’de toplandılar ve sanayileşme çağının başından itibaren zehirledikleri çevreye maliyetsiz bir “bedel” ödeme kararı verdiler: Artık yılda bir gün “Dünya çevre Günü” olarak kutlanacaktı.
Bu tarihe kadar Avrupa’yı yönetenler, tüm dikkatlerini üretimi artırmaya verdikleri için çevreyi umursamamışlardı. Ancak çevre kirliliği huzurlarını hatta hayatlarını tehdit etmeye başlayınca, çevre konusuna eğilme mecburiyeti duydular. Yani Batı dünyasının çevreciliği gönüllü bir çevrecilik değil, bir mecburiyetin ve mahcubiyetin ürünüdür.
Gerçek şu ki, Avrupa, yüz yılı aşkın bir süre bütün sanayi artıklarını denize, toprağa ve havaya boşalttı. Savaşların, nükleer denemelerin tüm zehrini kâinata kustu. Ancak iyice sanayileşip zenginleştikten sonra, çevrenin yaşanmaz hale geldiğini fark etti. Stokholm Konferansı bunun sonucu olarak toplandı. Oysa çevre problemine İslâm, Avrupa’dan 1400 yıl önce dikkat çekiyor.
Kamer Sûresi 49. ayette, “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” diye buyruluyor. Böylece “ölçü”yü kaçırmanın felaket getireceği belirtiliyor.
Rahman Sûresi’nin 7. ve 8. ayetlerinde ise “denge”ye dikkat çekiliyor: “Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!”
İnsanlık, özellikle de Batı insanı, daha çok kazanma ihtirasıyla kâinatın dengesini bozdu. O bozulunca hayatın dengesi de bozuldu. Şimdi “Küresel ısınma”ya bağlı olarak “Kuraklık ve açlık savaşları” ihtimalinden söz ediyoruz.
İbrahim Sûresi 32, 33 ve 34. ayetlerde buyruluyor ki: “(O öyle lütufkâr) Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (yararlanmanız) için akıttı. Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız…”
Yani İslâm, kaynakların hor kullanılmaması ve israf edilmemesi için tâ en başından uyarmıştı.
çevre konusunda Hz. Peygamber’in hassasiyeti ise iyi bilinmektedir. Bizzat kendisi 500 hurma ağacı dikmiş, “Kıyamet koparken bile fidan dikiniz” buyurmuş, “Kim bir sidre ağacını keserse, Allah onun başını cehenneme uzatır” demiştir.
Bütün bu ve benzeri hükümler, Osmanlı ceddimizin bakış açısını şekillendirmişti. Bu sebeple çevreye “vediatullah” (Allah’ın emaneti) gözüyle bakıyor, iyilik duygusu hayvanları ve bitkileri de kucaklıyordu.
Osmanlı ahlâkında her şey Allah içindi! (Bu hassasiyetin yerine “Rabbana hep bana” bencilliğini getirdik getireli yalnız çevre duyarlılığımızı değil, kendimizi bile yitirdik) İnsan Allah’ın “eşref-i mahlûkat” olarak yarattığı varlık olduğundan, hayatın merkeziydi.
İnsanın hayatı ve huzuru için yaratılan şeylere, (bu arada tabii ki çevreye) ihanet etmek insana ihanet etmek anlamına geldiğinden “batıl” sayılırdı.
Gerçekten de Osmanlılarda müthiş bir çevre duyarlılığı var.
Bu duyarlılığın temelinde hiç kuşkusuz İlâhî ve Peygamberî hükümler yatıyor.
öncelikle Osmanlı, “Canlı-cansız tüm varlıklar Allah’ı tesbih eder” hükmüne inanıyor… Bu yüzden, insandan başlayarak tüm varlıkların yaşama hakkına saygı duyuyor.
Bu çerçevede farklı inançları olan insanları hoş görüyor, hayvanları ve bitkileri koruyor. Ağaçları seviyor.
Aynı yıllarda Avrupa’da çevre kültürü olmadığı için de, Batılılar bu işe çok şaşırıyorlar.
Avukat Guer’in, yazın kurak günlerinde İstanbul’daki ağaçları sulayan Türklere “kaçık” demesi, bu yüzdendir.
“İstanbul’da, sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür.”
çevre kültürü ve ahlâkı, mimariyi de şekillendirmişti. Osmanlı mimari üslubunda yapılar insan ruhuna ve tabii çevreye uyum içinde inşa edilirdi. Yeşile şekil verilmez, tabii seyri içerisinde korunurdu.
Koca Sinan’ın mükemmel ve muhteşem eserlerine bakıldığında, 16. yüzyıl gibi erken sayılacak bir dönemde bile şehrin tabii silüetine zarar vermeyecek şekilde, çevre ile tam bir uyum içinde inşa edildiği görülecektir.
Zira tabii dengenin muhafazası emredilmiştir: “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık… Sakın dengeyi bozmayın!”
İş bu emir, Fatih Sultan Mehmed’e, “Yaş ağacı kesenin başını keserim!” dedirtmiştir.
Osmanlı ceddimize göre, dünya bir nimettir. İnsanoğlu bu nimeti korumakla ve israf etmeden bu nimetten faydalanmakla mükelleftir. çünkü tüm nimetlerde diğer insanların ve canlıların da hakkı vardır. Nimette israf ve nimeti gözetmemek bir nankörlük ve hakka tecavüzdür.



Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi