Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

“İslâm Medeniyet Tasavvuru”na dair çaplı bir kitap seti

“İslâm Medeniyet Tasavvuru”na dair çaplı bir kitap seti

Ehli bilir ki Batılılaşmanın getirdiği medeniyet buhranları, medeniyet târifleri ve teklifleri bir asır vardır ki bu ülkenin çatışmalı toplum yapısının zeminini oluşturmaktadır. Kemalist ve Türkçü kanadın laikleştirilmiş Türklük ve İslâm’ın yanında “Batı medeniyetimden…”  absürdlüğünü teklif edenler, doğrudan doğruya her şeyimizle Batı medeniyetine iltica etmemiz gerektiğini söyleyenler var. Bütün bu sentezci ve eklektik medeniyet görüşlerinin bir asırdır medeniyet tasavvurumuzu delik deşik ettiğini erbabı bilir.

Türk fikir hayatında okuduğumuz nice yazarların medeniyet üstüne yazdıklarında parça doğrular mevcut olmasına rağmen bütünlüklü bir târif yaptıkları ve teklif sundukları söylenemez. Bu sahada tesbit ve teklifleri olan müstakil yazılar elbette mevcut. Fakat kitap çapında bir baştan bir başa İslâm medeniyet tasavvurumuzu ele alan ve teklif sunan kitap yok diyebiliriz.

İşte bu sahada Fikir Teknesi Yayınları’nın kurucusu Haki DEMİR birbirinin mütemmim cüzü niteliğinde yazdığı dört ayrı kitapla İslâm medeniyet tasavvurunu, kütüğünü, medeniyet aşamalarını, zeminini, sütunlarını ve muhteva ufkunu ayrıntılarıyla anlatıyor.

Okumak üzere başucuma koyduğum kitapların en başında duran

“İslâm Medeniyet Tasavvuru -1/ Terkip ve Tefekkür”, “İslâm Medeniyet Tasavvuru-2 / İnşa Muhafaza Tecdit”, “İslâm Medeniyet Tasavvuru-3 /Şehir ve Medeniyet”, “Medeniyetin Göç Vakti” ni bu sahada yol almak isteyen herkesin okuması gerektiğine inanıyorum.

Serinin 1. Kitabı “İslâm Medeniyet Tasavvuru-1 / Terkip ve Tefekkür” bir buçuk asırdır kirlenmiş medeniyet idrakimizi temizleyici suallerle başlıyor:

“Medeniyet tasavvuruna neden ihtiyacımız var? Böyle bir tasavvura sahip olmazsak ne kaybederiz veya neleri elde edemeyiz? Medeniyet, insan faaliyetlerinin en hacimli havzasıdır. Bu sebeple ‘medeniyet tasavvuru’ insan tefekkürünün en hacimlisidir. (…) Medeniyet tasavvuru, bir dünya görüşünden istihsal edilebilecek en hacimli ‘insani verim’dir. Bir dünya görüşünün muhteva ufkudur. Tabii ki dünya görüşlerine mensup olanların fikir ve idrak ufkudur. Dünya görüşünün muhteva ufku ile ona mensup olanların idrak ufku umumiyetle aynı olmuyor. Bu husus her dünya görüşünde böyleyse de, İslam için muhakkak böyledir. Zira İslam, birinci kaynak olarak Allah’ın beyanına (kelamına) dayanır ki, ‘ilahi muradı’ tam olarak anlamak iddiası, akılsızlığın en çarpık tezahürüdür. Medeniyet tasavvuruna neden ihtiyacımız var? Çünkü İslam’ın mümkün olan en geniş ufkunu göstermek gerekiyor. Çünkü İslam’ın insanlara (insanlığa) teklif ettiği ‘muhteva’nın ne olduğunu gösterebilmek için, cemaat, gurup, sınıf vesaire küçük içtimai bünyeler kafi değil. Daha da ileri giderek söylemek gerekirse, İslam’ın muhtevasını göstermek için ümmet de kafi gelmez. İslam, tüm insanlığa kendini teklif ederken, nimetlerini sadece kendine iman edenlere sunmaz. Gayrimüslimlerin de içinde yaşayabileceği ve huzur bulabileceği bir ‘havza’ inşa eder. Böyle olmasaydı gayrimüslimlerin siyasi hakimiyeti altında yaşamasına müsaade etmezdi. İslam, Müslümanların fikir ve fiilleri ile dünyada tanınacaktır. Müslümanlar İslam’ı, bir cemaat hacminde anlar ve dünyaya sunarlarsa, ufku cemaat hacmini aşan insanları (mesela dehaları) ikna ve tatmin etmeleri mümkün değil. Cemaat çapındaki idrak ve ifade, aklın, kabile seviyesinde kaldığını göstermez mi? (…)Medeniyet, ‘yapabilmenin’, medeniyet tasavvuru ise tefekkürün ufkudur. (…) hiçbir şeyin yekunu görülmeden parçası inşa edilmez. Parça neye nispetle inşa edilecek, neyin parçası inşa edilecek, hangi ihtiyaca karşılık gelmek üzere inşa edilecek? Küçücük bir evin bile toplamı tasavvur edilmeden inşaatına başlanmaz. İslam’ın hayatını, ahlakını, siyasetini, hukukunu, sanatını, iktisadını vesaire çok sayıda alt sistemini inşa etmek için ‘yekunu’ görecek mesafeye kadar nüfuz etmek gerekmez mi? Külli olan ile cüzi olan arasındaki münasebet, mutabakat, muvafakat, muvazene parçadan bütüne doğru kurulabilir mi? İslam’ın muhteva ufkuna ulaşamayacaksak, medeniyet tasavvuruna teşebbüs etmek ne demek? Çabamız, bu istikamette bir mecra açmak, bu hususa dikkat çekmek, bu ihtiyacı hissedilir kılmak, akılları tahrik şuurları teşvik etmek gibi bir niyete tekabül eder. Her iş için bir başlangıç gerekmez mi? Çünkü ümmet, yaşadığı her devrin medeniyet tasavvurunu oluşturmalı ve mütemadiyen de muhtevasını derinleştirmeli, ufkunu genişletmelidir. İslam’ın muhteva (mâna) yekununu ihata edememek, ondan istihsal edilecek mana haznesi ile medeniyet kurulamayacağını göstermez.”

Serinin 2. Kitabı “İslâm Medeniyet Tasavvuru-2 / İnşa Muhafaza Tecdit” ten:

“…İslam’ın (dinin) inşası tamamlanmıştır. İki Cihan Serveri (s.a.v.) Efendimizin irtihalinden başlamak üzere, kıyamete kadar devam edecek tüm kalbi ve zihni faaliyetler, dinin inşası değil, ‘din ile inşadır’. Din (İslam) ile hukuk nizamı inşası, iktisat nizamı inşası, siyaset nizamı (devlet) inşası, hayat inşası, nihayet medeniyet inşası ila ahir… Günümüzde Müslümanların düştükleri temel yanlışlardan biri de, ‘din ile inşa faaliyetini’, din inşası faaliyeti ile karıştırmalarıdır. (Allah muhafaza). Asr-ı Saadette inşası tamamlanmış olan din, ümmetin kesintisiz muhafaza vazifesinin konusudur. Din, emanet olarak muhafaza edilecektir. Din, kitap ve sünnettir. Birincisi münhasıran Allah’a aittir, ikincisi Allah’ın tasarruf ve murakabesinde olmak üzere Resulüne aittir. Ümmet için dinin muhafazası, her şeyden, hayatından, namusundan, malından, neslinden vesaire her türlü kıymetinden daha mühimdir. Dinin muhafazasına karşı en büyük tehdit, din ile inşa faaliyetini, dinin inşa faaliyeti ile karıştırmaktır. Zira bu ikisini birbirine karıştıran akıl ve anlayış, ‘yeniden din inşa ettiğini’ fark etmiyor.  (…) Bu sebeple meselenin temeli esas alınarak, inşa, muhafaza, tecdit safhaları üzerinde durduk. İçinde bulunduğumuz devir, İslam medeniyetinin inşası bakımından tarihte benzeri yaşanmayan bir zaman dilimidir. İslam tarihi, medeniyet tarihidir. İslam tarihinde ilk defa Müslümanlar medeniyet çerçevesinde ve seviyesinde yaşamadıkları bir devirdeler. Dünyanın herhangi bir coğrafya parçasında İslam medeniyeti yok. Oysa İslam tarihinde, İslam coğrafyasının bir bölgesinde çökmeye yüz tutan İslam medeniyeti, başka bir bölgesinde inşa edilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla ümmet, dünyanın herhangi bir bölgesinde İslam medeniyetine sahip olmuş, medeniyeti çöken ve gerileyen bölgelerdeki Müslümanlar oradan fikir, ilim ve tatbikat misalleri elde edebilmişlerdir. (…) İçinde yaşadığımız devir, İslam medeniyetini inşa faaliyetine neredeyse baştan başlamamızı gerektirecek kadar zor şartları ihtiva ediyor. Muhakkak ki İslam’ın inşası tamamlanmıştır, muhakkak ki İslam nakısa kabul etmez. Bu günkü şartlar, İslam medeniyetinin tamamen tasfiye edilmesinden kaynaklanan bir yeniden varoluşu, yeniden dirilişi, yeniden bir medeniyet inşasını gerektiriyor. İnşa, muhafaza, tecdit silsilesi kopmuş, silsilenin başına ihtilal süreci eklenmiş, önce yıkıp sonra inşa etme ihtiyacı belirmiştir.”

Serinin 3. Kitabı “İslâm Medeniyet Tasavvuru-3 / Şehir ve Medeniyet” ten:

“Bir şehirle medeniyet olmaz ama bir şehirde olmayan medeniyet hiçbir yerde olmaz. Şehir, medeniyetin nüvesidir, numunesidir, timsalidir. Şehrini inşa edemeyen bir mefkure, medeniyetini inşa edemez, bir medeniyet tasavvuruna sahip olduğunu iddia edemez. Bu manada her İslam Şehri, bir medeniyet timsalidir, böyle olmalıdır. İslam medeniyet tasavvuru muhakkak ki bir şehre sığmaz. Şehrin büyüklüğü bu meselede ehemmiyetsizdir, mevzuu, medeniyet tasavvurunun bir şehirle sınırlandırılamayacak olmasıdır. İslam medeniyet tasavvuru, bir şehri, o şehrin içinde olduğu ülkeyi, o ülkenin içinde olduğu İslam coğrafyasını ve nihayet tüm dünyayı kuşatacak hacimdedir. Ne var ki medeniyet tasavvurunun ilk inşa edeceği (veya ilk imtihan sahası) şehirdir, bu manada bir ülkedeki siyasi sistem de değildir. Bir ülkede İslam’ın hukuku, siyaseti, ahlakı devlet çapında kurulsa bile, o ülkede İslam medeniyetinin kurulduğunu söylemek kabil olmaz, ta ki İslam şehri inşa edilene kadar. İslam medeniyetine giden güzergahın ana istasyonu devlet değil şehirdir. Belki de şehir, İslam medeniyet inşasında karargah mahiyetinde ve ehemmiyetindedir. Devlet kurmak güç ile ilgilidir ve devlet kuracak güce ulaşanlar onu elde edebilirler, devleti kurduklarında güçleri daha da artar. Fakat medeniyet o kadar hassas ve naif bir meseledir ki, dünyanın en büyük gücüne (bu günkü dünya ölçülerinde ABD’nin gücüne) sahip olsanız bile medeniyet kuramayabilirsiniz. Medeniyet inşası için belli miktarda güce ihtiyaç olduğu doğrudur ama güç, devlet kurmak için yalnız başına kafi olsa da medeniyet inşası için asla kafi değildir ve zaten birinci unsur da değildir. İslam devletinin olmadığı veya Müslümanların kafi derecede güçlü olmadığı bir vasatta İslam şehrini ve İslam medeniyetini inşa teşebbüsü tabii ki akim kalır. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, İslam şehri veya medeniyeti bir tarafa, kadınların başörtüsüne bile tahammül edemeyen, onları tüm haklarından mahrum bırakan bir vahşet var, bu şartlarda İslam şehrini veya medeniyetini, devletten bağımsız şekilde inşa düşüncesi, tabii ki ham bir hayaldir. Ne var ki İslam medeniyeti, İslam cemiyetinden ve şehrinden bağımsız şekilde düşünülmemelidir, böyle düşünmeye başlandığı andan itibaren İslam devletinin kurulması da imkansızlaşır. Müslümanlar, İslam cemiyetini ve şehrini inşa etmeden devlet kurduklarında, o devlet, (lâ teşbih) Kemalist rejimde olduğu gibi sadece güce dayanır, gücün hakimiyeti kurulmuş olur. Böyle bir devlet, kurallarıyla İslam devleti tarifine uysa da, ruhuyla İslam devleti değildir. Mesele şu açıdan mühim; Türkiye’nin mevcut durumu, İslam devleti olmayan ama Müslümanların hakimiyetinde bulunan bir şartlar manzumesi oluşturmuştur. Türkiye’de artık, İslam şehrini inşa etmek, tamamen olmasa da, nispeten mümkün hale gelmiştir. İslam şehri ve medeniyetini gündemimize almamız için İslam devletini kurmayı beklemek yanlıştır. Böyle bir erteleme, ülkenin mevcut durumdan İslam’a doğru taşınması, toplumun İslam cemiyetine dönüştürülmesi konularını, sadece devlet gücüne yüklemek olur ki bu durum yanlıştır.”

Serinin 4. Kitabı “Medeniyetin Göç Vakti” nden:

“Tarih boyunca sanki bir nöbet değişimi gibi medeniyetlerin coğrafya değiştirdiği, genel anlamda uğramadığı coğrafya olmadığı, ilanihaye bir coğrafyada kalmak gibi ‘yerleşik’ özellik taşımadığı, aynı zaman diliminde birkaç coğrafyada da (bir birlerine ulaşma imkânının olmadığı dönemlerde) bulunduğu vakadır. Ancak birbiriyle temas ettiği halde beraber yaşayabilmiş iki medeniyetin varlığı (çatışmasız halde) görülmemiştir. Medeniyetin çok nazik ve narin, aynı oranda nazlı ve kıskanç olduğu, kendine gerekli ve yeterli değerin verilmediği coğrafyada ve toplumda kalmadığı bilinir. Medeniyetlerin kıskançlığı , ‘kıskançlık kavramının’ en üst düzeyindedir. Hiçbir medeniyet bir diğeriyle mukayese edilmeyi ve diğerinin daha üstün özellikler taşıdığı fikrini kabul edebilecek kadar kıskançlıktan uzaklaşmamıştır. Mukayese edilmeye ve hafiften değersizliğinin düşünülmeye başlandığı toplumlarda barınmaz. Medeniyet , ‘büyük aşk’ ile kendine bağlanılmasını talep eden paranoyak derecede kıskanç kadın gibidir. Aşığının gözlerindeki küçük bir dalgalanmaya (tereddüde) dahi tahammülü yoktur. Ne kadar zor elde edildiği bilinir ama ne kadar kolay elden kaçabileceği pek düşünülmez. Hoyratça kullanılmaya rızası yoktur çünkü aşığını ‘medenileştiren’ bir fonksiyonu vardır ve bu özelliği kesintisiz ister. Ailesini tanır, yabancılara kapalıdır. Yabancılar aileden biri olana kadar ona uzaktır ve aileye katılmayı tahammül edilemeyecek kadar uzun süre tereddütle takip eder. Medeniyet kendisidir ya, bir coğrafyadan ayrıldığında, o coğrafyayı yerle bir edecek, bir toplumdan uzaklaştığında, o toplumu vahşileştirecek kadar intikamına sahiptir. Ayrıldığı topluma tekrar döndüğü pek vaki olmadığı göz önüne alınırsa, ne kadar affetmez olduğu anlaşılır. Kızdırılmamalı, gönlü kırılmamalıdır zira tekrar ikna etmek sanki imkânsız gibidir. Çok gururludur, kendi gururunun taşınmasına müsaade eder ve hatta bunu icbar eder ama kendine karşı gururun kırıntısına dahi dayanamaz. Kendisi maliktir, kendine malik olunmasına alışık değildir ve sadece kendisine mensup olunmasından hoşlanır. Sözleşme yaptığı topluma kızıp ondan uzaklaşabilir ama asla mağlup olmaz. Kural ve düzeni sever. Soyadı, nizamdır ama göbek adını hürriyet olarak benimsemiştir. Nizam ile hürriyetin, birbirini yok etmeyecek terkip kıvamına âşıktır. Beslendiği en büyük kaynak samimiyettir. Samimiyeti inanç olarak anlar. Nizamı inanç, hayatı hürriyet olarak kavrar. İnancı nizamın bedeli olarak ister, hürriyeti bu bedelin mükâfatı olarak sunar.”

--------------------------------

BAŞBAKAN’IN TÜRKÜ DİNLEMESİ VAK’AY-I HAYRİYE’DİR

Bu ülke doksan yıldır milletin kültürüne yabancı çağdaş-laikçi- seküler-jakoben-elitist başbakanlar gördü sıra sıra… Gördükçe yüreğine çirkin bir ağrı girdi, tiksindi halkımız fikirlice… Onları hiç câmide görmedi milletimiz mütevazı bir câmi cemaati gibi…  O bürokratik-elitist başbakanlar sokakta halkıyla halktan biri olarak musahafa etmedi, halleşmediler. Sokakta bir vatandaş can ü gönülden o başkanlara bir kandil simidi ikram etmedi. Milletine tepeden bakan, gönlü ağyar, fikri başka suratsız başbakanlar sokakta yürürken bir türkü sesi duyunca hemen durup dinlemediler gönülden içeri… Kara yüzlü ceberrut Cumhuriyetin o başbakanları opera ve baleriyi, çağdaş müzik ve senfoni dinlerdi çağdaş-laik görüşlü başbakanlar olarak…

Ufukta bir fecir pırıltısı parlayan bugünün başbakanı câmiden çıkıp sokakta milletiyle musafaha ede ede yürürken gönlüne bağlama tellerinden bir türkü sesi düştü birden. Düştü de döndü baktı bir âmâ türküdar sokak duvarının dibinde bağlaması kucağında cezbe hâlinde türkü söylüyor. Başbakan gördü de bu sazını, sözünü millete duyuran âmâ türküdarı. Kıvrandı fikirlice, yüreğine tâ tarihten bir sızı düştü… Türküdarın elini tuttu, yüzünü okşadı… Türküyü bitirinceye kadar bekledi bir sade insan gibi… Mahiyetinden biri türküdara “Başbakanımız…” demeye teşebbüs ederken, başbakan onu söyletmedi… Türküdar, karşısında bir başbakan değil, yoldan geçen bir türküseverle hasbıhal ettiğini sandı… Ah, ne güzel!

Efendiler! Bir başbakan yolda  türkü söyleyen bir garip ozanı görüp de durup dinliyorsa, bilin ki bu ülke kurtulur inşallah. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi