Ahmed Gürkan

Ahmed Gürkan

Türk'ün İslâm Ülküsü'nde İman, Aksiyon Ve İdealizm

Türk'ün İslâm Ülküsü'nde İman, Aksiyon Ve İdealizm

“Ey Nebi, müminleri gazaya teşvik et! Eğer içinizden sabır ve sebat sahibi yirmi çıkarsa, bu yirmi, iki yüze yeter. Sizden yüz, onların bininden üstündür. Çünkü çarpıştıklarınız anlamazlar güruhudur.”

 

Enfâl Sûresi, 65

“Muhakkak ki Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”

Sâff Sûresi, 4

Oğuz’un nesli olan Müslüman Türk milleti dünya tarihine aksiyoner bir millet olarak ismini yazdırmıştır. Kendilerini Allah’a ısmarlayan ecdadımız, asırlarca İslâm’ın kılıcı olmuş, i’lâ-yı kelimatullah’ın sancaktarlığını yapmıştır.  

“Ecdâdımızın heybeti mârufu cihândır,
Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır”

Bugün de muhterem ecdadımızın nesli olan bizler bir iman tazelemesi ile tarihî aksiyonumuzu harekete geçirmeli ve “büyük ideal”e odaklanmalıyız.

Mevlâna Celaleddin Hazretlerinin, ‘...bulanmadan, donmadan akmak ne hoş’ diyerek tarif ettiği gibi İslâm dini durağanlığı reddeder, aksiyonu emreder.   Aksiyon ise genç bedenlerde ve genç ruhlarda daha şiddetlidir.

Şanlı Peygamberimizin (aleyhisselam) ‘Ey örtülere bürülü Nebi, kalk ve uyar!’ (Müddesir, 1,2) emri ilahisini aldıktan sonra harekete geçmesiyle kendisine ilk inananlar gençler olmuşlardır. İslâm’ın karşısına dikilen azılı küfür yobazlarına baktığımızda da çoğunun yaşlı olduğunu görürüz.

Gençlikte dinamizm vardır, Necip Fazıl’ın deyimiyle ‘gençlik, ideal kapmaya mahsus bir anten’ gibidir.

‘İki günü eşit olan ziyandadır.’ hadîs-i şerifinde de aksiyon emredilmektedir. ‘Bugün Allah için ne yaptın?’ sözü Hazret-i Ömer Efendimizin (radıyallahu anh) meşhur sözüdür. Allah için yani İslâmiyet için ne yaptın, cemiyetin daha iyiye gitmesi için, kendinin değil kamunun menfaati için ne yaptın anlamında bir sözdür ki aksiyon bildirir.

Müslüman Türk Gençliği tarihten süzülen birçok şahsiyeti kendilerine örnek alabilir. Lâkin bunların içinde en birinci olan, an başta bize numune teşkil edecek şahsiyet, ‘mutlak numune’ olarak nitelendirebileceğimiz Şanlı Peygamberimizdir.

Fahri Kâinat Efendimizin (aleyhisselam) hayatlarına baktığımızda müthiş bir iman ve aksiyon görürüz. Cahiliye toplumunu lime lime işleyerek o cemiyetten iman, aşk, şahsiyet ve gâye sahibi bir kitle meydana getirmiştir. Şüphesiz bu kolay olmamıştır. En yakın akrabalarının zulmüne maruz kalmış, yeri gelmiş taşlanmış, açlıkla, susuzlukla ve nice sıkıntıyla imtihan olunmuştur. Ama bütün bunlara rağmen ‘büyük ideal’den asla vazgeçmemiştir.

Hatta bir gün Mekke’de küfrün elebaşları Şanlı Peygamberimizin (aleyhisselam) yanına gelir ve ‘Amacın krallıkla seni başımıza kral yapalım, kadın istiyorsan dört bir yana haber salalım en güzel kadınları sana getirelim, derdin mal mülk ise önüne altınları yığalım, ama yeter ki şu işi bırak’ derler. Aleyhisselatu Vesselam Efendimizin cevabı gayet nettir; ‘Sağ elime ayı, sol elime güneşi verseniz dahi dâvamdan dönmem.’ Günümüzde özellikle Müslüman Türk Gençlerinin bu sözü beyinlerine kazımaları ve bu sözle yansıyan dâva aşkını da kalplerine yerleştirme gayretinde olmaları gerekir.

Şanlı Peygamberimiz’in (aleyhisselam) aziz dâva arkadaşları olan Sahabelerin her biri iman ve aksiyon abideleridir. Ashab-ı Kiram, ardlarında ailelerini bırakarak, Hicaz’dan dünyanın dört bir tarafına dağılıp i’lâ-yı kelimatullah uğrunda mücadele etmişdir.

Veda Hutbesi’nde Şanlı Peygamberimizi (aleyhisselam) dinleyen yüz bin küsür Sahabe’den yalnızca 8-10 bininin kabri Hicaz’dadır. Geri kalan hepsi, anadan, yârdan, serden geçerek Atlas okyanusundan Doğu Türkistan’a kadar uzanan geniş coğrafyada canlarını vermişlerdir.

    90’lık Şehid Ebu Talha Hazretleri

    Vereceğimiz birkaç misal Sahabelerdeki aksiyon ruhunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Devir Hazret-i Muaviye Devri... Ashab-ı Bedir’den Ebu Talha Hazretleri, 90 küsür yaşında... Medine’de evinde otururken cihad ile alâkalı bir âyet okur, biter bitmez kalkanını ve kılıcını ister. Çocukları, torunları şaşkın vaziyettedir. Koca Sahabi’ye, ‘nereye gidiyorsun?’ diye sorarlar. ‘Cihada’ cevabını alınca şaşırırlar ve kendisinin Bedir’den beri onlarca kez cihada katıldığını, artık kendisine cihad düşmediğini anlatsalar da ikna edemezler. ‘Kur’an onu açıp, okuyana hitap eder.’ der ve günlerce yaya yürüyerek Kıbrıs’ın Fethi için hazırlanan gemiye biner. Neticede Koca Sahabe’nin yorgun bedeni dayanamaz ve gemide şehitlik mertebesine ulaşır.

İslâm ordusu daha Kıbrıs’a çıkmadan ilk şehidini vermiştir. Yine Şanlı Peygamberimiz (aleyhisselam) Medine’ye hicret ettiğinde, Peygamberimizi aylarca evinde misafir eden Ebu Eyyüp Halid bin Zeyd el Ensari Hazretleri, sırf hadîs-i şerifte geçen o kutlu övgüye mazhar olabilmek için ordu ile beraber 70 küsür yaşında hasta halinde Konstantiniyye önlerine kadar gelmiş ve şehadet şerbetini içmiştir.  

Ebu Talha Hazretlerinin 90 küsur yaşında Medine’den Şam’a giderek cihada katılması, Eyüp Sultan’ın 70 küsur yaşına rağmen İstanbul’un fethi için gazaya iştirak etmesi şimdinin bedenleri daha genç, ruhları pörsük, ama adı mü’min, müslüman, yapılan bir programa, sohbete dahi iştirak etmede bin dereden su getiren zavallılara verilecek en güzel cevaptır.

İman ve Aksiyon Timsali Ebu Zer Gifarî Hazretleri

Sahabe Efendilerimiz, Şanlı Peygamberimizin (aleyhisselam) ifadesiyle İslâm’ın gökteki yıldızlarıdır. Hepsi de değerli, Allah katında makbul şahsiyetlerdir. Fakat içlerinde biri vardır ki iman, aşk, samimiyet yönünden oldukça ilerdeydi. O kudsi Ebu Zer Gifarî Hazretleri’dir.

Arabistan’da ticaret yolu üzerinde bulunan savaşçı bir kabile olan Benî Gifar kabilesindedir. Ebu Zer, puta tapanlara hayret eder, putlardan nefret eder, hatta aklı ile tek bir yaratıcı olduğuna kanaat getirir. Büyük bir arayış içerisine girerek ahir zamanda geleceği haber verilen Peygamberi beklemeye koyulur. Üç sene boyunca bu hâl devam eder. Neticede Mekke’de bir zâtın zuhur ettiğini duyar ve hemen harekete geçer.

Mekke’de Şanlı Peygamberimiz (aleyhisselam) açıktan tebliğe başlamıştır, buna mukabil müşrikler Müslümanları şiddetli bir baskıya maruz bırakmaktadır. Ebu Zer Gifarî, bir vesileyle ahir zaman Peygamberini (aleyhisselam) bulur ve iman eder ve ‘Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn ederim ki Müslüman olduğumu Kâ’be’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmeyeceğim.’ der. Müşriklerin iyice azıttığını, İslâm’a girenlere işkence yapıldığını anlatsalar da ikna edemezler.

Neticede Kâbe’ye varır, bir köşede oturan küfür yobazlarına dönerek tekbir getirip, şehadet kelimesini haykırır, bunu gören müşrikler köpürür, ellerinde, taş, sopa, deve kemikleri olduğu halde Ebu Zer Hazretlerinin üzerine çullanırlar, kan revan içinde bırakırlar, öldü sanıp bir kenara atarlar. Hazret-i Abbas yanına gelip yardımcı olur.

Günümüzde ‘tedbir’ kavramının suyunu çıkarıp, Müslümanlığını gizleyen, İslâm’ı camiye hapseden, tedirgin, pısırık marka Müslümanının yanında Ebu Zer Hazretlerinin kıymet hükmünü siz verin.

Bugün Müslümanların çoğunluk olduğu bir ülkede, Müslüman bir baba-ananın evladı olarak dünyaya gelen ve inancının çilesini çekmeyen, hazıra konan bu tipler acaba Müslümanlara her türlü baskı, zulüm ve işkencenin yapıldığı İslâm’ın ilk yayılmaya başladığı yıllarda yaşasalardı nasıl bir duruş sergilerlerdi?

Ebu Zer Hazretlerinin iman ve aksiyonunu gösteremeyeceklerinden eminiz, ama müşrikler tarafından ‘fişlenme’ pahasına o riske girip ilahî davete icabet ederler miydi? Yoksa Hakk’ın yanında değil de, o devirde kimin borusu ötüyorsa onun yanında mı olurlardı?

Gelin çok gerilere gitmeyelim, tahminlerden değil yakın zamanda yaşanan bir hadiseden hareket edelim. Anarşinin iyice tavan yaptığı zamanlar... Kızıl kefereler hızına alamaz, İstanbul Üniversitesi’nin avlu kapısına büyük bir pankart asarlar. Yazı mâlum, ‘M........d’in p...leri giremez’ yazısı... Müslümanlığı kimseye kaptırmayan, camide, mescitte, sağda, solda işin ticaretini yapıp millete Müslümanlık satanlar, kuzu gibi başlarını eğer, hiç bir şey olmamış gibi o afişin altından geçerler. Fakat bu milletin içinde Ebu Zer yürekli olanlar da vardır. Milliyetçi-mukaddesatçı talebeler canı pahasına o yazıyı oradan indirir ve küfür yobazlarına gereken dersi verirler. O yazının altından başını eğip geçmek münafıklığın, o yazıyı yırtıp atarak geçmek imanın alametidir.

Üstad Necip Fâzıl bu tipler hakkında şöyle söyler; ‘eli inmeli, dili düğümlü, edası pısırık, sermayesi korkak, işi ürkek, ahlâkı katlanmak, ibadeti saklanmak..

Bu mu Müslüman?

Veli’nin Sahabeler üzerinde hükmü malûm,
-Siz onları görseydiniz divâne derdiniz; onlar da sizi görselerdi, ‘bunlar müslüman değil, derlerdi!’
Müslümanlık iddiacıları! Ne gün divaneleşeceksiniz?

Sahabe Efendilerimizin aksiyonerliği hususunda biraz fikir sahibi olduk. Türk tarihine baktığımızda da bir iman ve aksiyon geçidi görürüz. Bu alanda ün yapmış o kadar çok isim vardır ki buraya yazsak sayfaları doldururuz.  Şeyh Şamil onlardan biridir. Maiyetinde bulunan bir avuç mücahitle, çeyrek asır devrinin en güçlü devletlerinden biri olan Çarlık Rusya’sına kök söktürmüştür.

Şeyh Şamil ve Kafkas Müslümanlarının mücadelesi kıt imkânlara sahip iman ve aksiyon sahibi küçük bir gurubun, kendisinden kat kat büyük güçleri dize getirebileceğinin ispatıdır. Yazımın başına yerleştirdiğimiz âyet yoruma mahal bırakmayacak derecede aşikârdır: ‘...Eğer içinizden sabır ve sebat sahibi yirmi çıkarsa, bu yirmi, iki yüze yeter. Sizden yüz, onların bininden üstündür...’

Türk Hakanlarının çoğu aksiyoner ruhludur. Bunların en mühimlerinden biri olan Selçuklu Sultanı Alp Arslan 1071’de Anadolu’ya girdi. Kumandanlarını Anadolu’yu fethetmekle görevlendirdi. Çok değil, 3 yıl sonra kuzeni Anadolu Fatihi Süleyman Şah Üsküdar’dan Ayasofya’nın kubbelerini seyrediyor, Çaka Bey ise İzmir’de ilk Türk denizci devletini kuruyordu. Birkaç satırla ifade ettiğimiz bu hadiseler ancak yüksek bir manevî gerilime sahip, dinamik bir toplumun yapabileceği iştir.

Bir aksiyon misali daha... Midilli’de doğan Hızır (Barbaros) ve Oruç Reis kardeşler, kendi çabaları ile ufak bir donanma kurar, Akdeniz’de korsanlık yapmaya başlarlar. Bir müddet sonra Cezayir ve çevresini kendi hâkimiyetleri altına alıp orayı Osmanlı’ya bağlı bir devlet haline getirirler. Hiçbir Türk nüfusun bulunmadığı Cezayir ve çevresinde hâkimiyet kurmak ve orayı İstanbul’a bağlamak... Ne kadar da hayret verici değil mi?

Herkesin bildiği ama şuuruna tam manasiyle eremediği bir iman ve aksiyon misali de İstanbul’un fethidir. Genç Hakan Sultan Mehmed Han, ilmini imanının emrine vermiş ve aksiyonunu gerçekleştirmiştir.

Büyük ideallerde en mühim itici güç imandır. Sultan Mehmed Han ve mürşidi Ak Şemseddin Hazretleri İstanbul’un alınacağına o kadar inanmışlardır ki, Ak Şeyh kuşatmanın uzamasından dolayı maneviyatı bozulan askerlerin arasında dolaşıp ‘İstanbul’un fethi Sultan Mehmed Han’a nasip olacaktır, bundan şüphesi olanın imanı tehlikeye girer’ diyerek askere inanç aşılamıştır.

Bu “büyük fetih”in er geç gerçekleşeceğine halk da kanidir. Fetihten seneler evvel Doğu Roma İmparatorluğu Ayasofya’nın tamiri için Türklerden usta ister. Türk ustalar Ayasofya’yı bir güzel tamir eder ve bu tamirat esnasında ileride Konstantiniyye alınıp Ayasofya fethin sembolü olarak camiye çevrileceği zaman yapılacak olan minarenin de temellerini atarlar. İşte imanın padişahından tutun da inşaat ustasına kadar herkesi kapsamasının en güzel misali.

    Mimar Sinan’da bir iman ve aksiyon timsalidir. 16. asır, nâm-ı diğer ‘Türk asrı’... Devleti Aliyye’nin başında babasından aldığı ülkenin sınırlarını üç kat genişleten Sultan Süleyman Han, donanmanın başında Akdeniz’i Türk gölü haline getiren Barbaros Hayrettin Paşa, ulemanın başında müftü sakaleyn lakaplı Ebussuud Efendi, edebiyatta Bâki ile Fuzulî ve mimaride ise Koca Sinan...

Mimar Sinan kimseden mimarlık eğitimi almadı; ordu-yu hümayunun İran, Belgrad, Mohaç, Prut gibi seferlerine iştirak eden Kayserili Türkmenlerden devşirilen bir yeniçeri idi. Bu seferlerde gösterdiği yararlılıklardan dolayı derecesi yükseltildi.

Prut seferinde ordunun Prut nehrini geçmesi için köprü yapılması gerekiyordu. Zemin kaygan olduğu için kimse başarılı olamıyordu. Sinan o köprüyü üç gün gibi kısa sürede yapıp ordunun karşıya geçmesini sağladı. Bu hadiseden bir süre sonra mimarbaşı vefat etti ve Sinan mimarbaşılığa getirildi.

Yarım asırlık mimarlık hayatında Budin’den Tebriz’e kadar olan geniş coğrafyada 364 esere imza attı. Süleymaniye Camiinin yapıldığı yerin zemini yumuşaktı, büyük bir yapıyı kaldırabilecek değildi. Koca Sinan kalfalık eseri olarak gördüğü bu camiyi yaparken öyle bir temel attı ki, temeli basamak basamak Haliç’e kadar indirdi. Yine aynı caminin planı hazırlanırken karşısına çıkan 13 bilinmeyenli denklemleri, 4 işlemden hariç, 5. bir işlem usûlü geliştirerek çözdüğü rivayet edilir.

Geçtiğimiz senelerde restorasyon çalışmaları biten Süleymaniye’yi yeniden ibadete açıldı. Orada ince bir nokta vardı; Süleymaniye’nin yapımı 1550-57 yılları arasını kapsamak üzere 7 sene sürerken yenilenmesi ise ne yazık ki yapımından daha uzun sürmüştür.

Koca Sinan’daki iman ve aksiyon sınır tanımaz. 80 yaşında, ustalık eseri olan Selimiye Camiini yapar. Kendisi, Türk İslâm mimarisinin şaheseri olan bu cami hususunda şöyle demektedir; ‘Ayasofya kubbesi gibi bir kubbenin İslâm ülkelerinde yapılmadığını söyleyip duran kefere-i fecerenin mimar geçinen takımına cevâb olmak üzere Allah’ın inayeti ile Selimiye kubbesinin çapını ve derinliğini Ayasofya kubbesinden ziyade eyledim’ İşte medeniyetler bu çapta, bu şuurda şahsiyetlerin üzerlerinden yükselir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
7 Yorum
Ahmed Gürkan Arşivi