Ahmet Kekeç

Ahmet Kekeç

Bu Hasan Efendi’de hiç utanma kalmamış

Bu Hasan Efendi’de hiç utanma kalmamış

Ne zaman Diyarbakır’dan ses verecek diye bekliyordum... Bilmem hangi kitabının girişini Paris’te, Hemingway’ın takıldığı kahvede yazmış. Geçenlerde onu anlatıyordu; romantik ve sızlanmalı bir dille... Hemen her satıra sinmiş “Bakın nasıl da Avrupalıyım ben, nasıl da Paris’lerde fink atıyorum” böbürlenmesi...

Paris’ten döndü.

Bir-iki Erdoğan yazısı yazdı... Daha doğrusu, her gün kaleme aldığı Erdoğan yazılarına yenilerini ekledi... Bir süre memlekette eğleşti... Eş-dostla yarenlik etti... Sonra kalkıp Diyarbakır’a, Tahir Elçi’nin öldürüldüğü Sur ilçesine gitti...

Ben de bunu bekliyordum işte...

Hani, olmayan Rojava’ya gitmiş, olmayan Rojava devrimini izlemiş, olmayan diyalogları “gerçekmiş” gibi yansıtmıştı ya... Rojava’da herkes Erdoğan’dan nefret ediyormuş. 10 yaşındaki çocuk bile Erdoğan’a diş biliyormuş. Utanmadan bunları yazdı. Ama öldürülen muhalifleri, yakılan okulları, işkence gören öğretmenleri, kundaklanan evleri, KDP bölgesine sürülen 250 bin Kürdü görmedi...

Salih Müslim taraftarları (yani PYD) devrim yapmış.

Onu gördü, onu yazdı...

Fakat ilginçtir, devrim yapıp bağımsız kantonluklar kuran YPG’nin tercihleriyle ilgili en ufak bir serzenişte bulunmadı, “Siz Marksist-Stalinist bir örgütsünüz yahu, emperyalist Amerika’yla iş tutmak da ne oluyor?” demedi.

Bu işbirliği, PYD’lilere, “Biz Amerika’nın kara ordusuyuz, DAİŞ’e karşı savaşıyoruz” bile dedirtti. Hasan efendi bunu da görmedi. Önce Amerika’nın “kara ordusu” oldular, yeni doğan çocuklarına Obama verdiler... Sonra Esed saflarına katılıp “Suriye Demokratik Güçleri”ni oluşturdular. Şimdi de Ruslarla iş tutuyorlar, Rusya’nın kara ordusu oldular... Rusya’nın himayesinde Fırat’ın batısında yurtlanmaya çalışıyorlar. Böylesine midesiz ve ilkesiz bir örgüt... Ama Hasan Efendi bunu da görmedi.

Dün Diyarbakır izlenimlerini okudum.

Bir kez daha anladım ki, bu Hasan Efendi’de utanma diye bir şey kalmamış.

Diyarbakır’dan değil de, düşman işgali altındaki bir bölgeden bildiriyormuş gibi.

Öyle benzetmeler yapmış, öyle metaforlar kullanmış ki; bir an kendinizi bilmediğiniz, tanımadığınız, “esaret altında”ki yabancı bir coğrafyada sanıyorsunuz. 

İzlenimlerin tümünden çıkan sonuç şu:

Burada muazzam bir devlet baskısı var ve hayatı insanlara zindan ediyor.

Bir de “edebiyat yapma”nın sığ örneği sayılabilecek, çarpıtılmış ve romantize edilmiş kent gerçekleri:

Savaş mahallesi... Kapalı kepenkler... Genzi yakan biber gazı kokuları... Yerlerde boş mermi kovanları... Islak kaldırımlar... Sur içine doğru yapılan uzun yürüyüş... İnsansız sokaklar... Ve Hasan Efendi bu savaş artığı kentte (muhtemelen) yitirdiği gençliğini ve hayallerini arıyor.

Bitmedi...

Biraz önce yürüyüş eylediği sokak kum torbalarından oluşturulan bir mevzi tarafından kesilmiş durumda... Önünde oturacak bir yer ve bacalı bir sokak sobası, üstünde kaynayan “simsiyah çaydanlığı”yla... Bir taraftan da yağmur çiselemekte tabii... (Yağmursuz yapamıyor romantik yazarımız.)

Hasan Efendi’nin “savaş artığı” kentten aktardığı izlenimler bu şekilde uzayıp gidiyor. Okuyorsunuz ve bu işgal görüntüsünü oluşturan devlete bir kez daha lanetler yağdırıyorsunuz.

Fakat ilginçtir; korkusuzca savaş alanında dolaşan ve gördüğü her ayrıntıyı romantik-ağlak bir dille aktaran Hasan Efendi, kazılan hendekleri, yollara döşenen mayınları, roketatarlı çocukları, kimlik ve trafik denetlemesi yapan YDG-H’lileri, kalaşnikoflu devriyeleri görmüyor. “Bunlar da kim? Hayatı durdurma hakkını nerden alıyorlar?” diye sormuyor.

Diyorum ya, Hasan Efendi’de hiç utanma kalmamış.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ahmet Kekeç Arşivi