Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Ramazanı uğurlarken

Ramazanı uğurlarken

"Eski Ramazanlar" denince, ramazanın son günlerinde bile bazı televizyonlarla gazetelerin hâlâ Direklerarası eğlencelerini hatırlaması ve hatırlatması ne kadar tuhaf.
Sanıyorum bu dini kültür eksikliğinden kaynaklanıyor.
Dini kültür eksikliği televizyon programları yapanları ve gazetelerde ramazan sayfaları hazırlayanları tıknefes ediyor, tutarsızlaştırıyor.
Dini ve tarihi bilgi eksikliğini kapatmak için de “eğlence” kavramını öne çıkarıp ramazanı “magazin”leştirmeye çalışıyorlar.
Artık gelsin kantocular, gelsin karagöz-hacivat hikâyeleri, meddahlar, zurnalar, davullar, vesaireler...
Oysa kanto, ağırlıklı olarak, İstanbul'da yaşayan gayr-i müslimlerin ayak takımının eğlencesidir. Kendini bilen gayr-i müslimler aynı saatlerde evlerinde oturur, Müslümanlar ise camileri doldururlardı. Dedeler, babalar, küçük çocuklarının, torunlarının elinden tutar, gündüz mukabeleye, gece teravihe götürürlerdi...
Selâtin camilerinin bazılarında teravihler hatimle kılınır, saatlerce sürerdi.
Direklerarası eğlenceleri Osmanlı’nın bozulma döneminin ürünüdür ve dediğim gibi müşterisi gayr-i müslim biçkinlerle bazı kendini bilmez kabadayı bozuntularıdır.
Kısacası bir bozulmuşluk göstergesidir Direklerarası eğlenceleri, bir sapmadır.
Biz ecdadımızın hayat felsefesini bozulma dönemindeki sapmalarda değil, haşmet dönemindeki dinamizmde ararız. "Eski Ramazanlar" denince de ecdadımızın ibadetini, yardımseverliğini, hoşgörüsünü, sevgisini ve Allah'a bağlılığını hatırlarız.
Dini ve tarihî gerçek olarak şunu ifade etmeliyim ki, "eski İstanbul ramazanları" tam anlamıyla bir mânevi ziyafetti. Sadrazamların, vezirlerin ve zenginlerin konakları sabaha kadar açık olurdu. Davetlilerin yanı sıra, muhtaçlar da konaklara uğrar, iftar ve sahur ederler, üstüne bir de "diş kirası" alırlardı. (Tekrar söylemek gerekirse, “diş kirası”, bu isim altında verilen sadakanın adıdır ve muhtaç insanları incitmeden yardım şemsiyesi altına almak için düşünülmüştür).
Ayrıca Ramazan ayının belirli günlerinde, özellikle de son günlerinde padişahlar imaretlerde fakir halka bizzat iftar yemeği dağıtır, bir anlamda halka garsonluk eder, sonra onlarla yüz yüze görüşüp şikâyetlerini bizzat dinlerlerdi. (Garip, fakat dünün “mutlakıyet Türkiyesi”nin en tepe noktası olan padişahlar, halkla böylesine iç içe yaşarken, bugünün “cumhuriyet Türkiyesi”nde başbakana, hatta herhangi bir bakana bile yaklaşmak bu kadar kolay olmuyor—güler misiniz, ağlar mısınız?)
Anlayacağınız, eskiden, yönetenlerle yönetilenler arasında böyle bir yakınlık vardı. Devletle millet böylesine kaynaşmıştı. İşte bu kaynaşma ruhunda zafer destanları yazılıyordu. Devletle milletin arasındaki bağlar kopmaya başlayınca durum kötüleşti.
Ramazan akşamlarının teravih sonrasında varlıklı Müslümanlar, her selâtin camiinin (padişahlar tarafından yaptırılmış camiler) bir köşesinde duran "sadaka taşı"na (içi oyuk mermer taşlar) yönelir, servetinden o yıl fukaraya ayırdığı meblâğı kimseden habersiz sadaka taşına bırakırdı...
Gece yarısından sonra sadaka taşının etrafındaki kandiller söndürülür, etraf karartılırdı ki, aynı taştan yıllık nafakasını alacak fakir Müslümanların kimliği deşifre olmasın.
Ne alan vereni bilirdi, ne veren alanı. "Sağ elin verdiğinden sol el haberdar olmasın" şeklindeki Peygamber hükmü böylece ihya edilir, sadaka ve yardım gösteri-gösteriş seremonisinde gurur metaı haline getirilmezdi.
Osmanlı’da ramazanın her günü, iftar topuyla, sahur davuluyla, manisiyle, teravihiyle, mukabelesiyle bir bayram gibi kutlanırdı. Çocuklar bu şenlik içinde ramazanı ve getirdiklerini (Kur’an, teravih, hayırda yarış, fakire yardım, v.s) sever, oruç yaşına gelmeyi hasretle bekler, hatta pek çoğu o yaşa gelmeden oruca başlardı.
Öte yandan, eski ramazanlar, çocuk eğitiminin temel öğelerinden biriydi. Bunun en temeli de sofra adabıydı. Çocuklar arada bir sahura kaldırılır, ama her akşam mutlaka iftar sofrasına alınırlardı. Küçükler, büyüklerle birlikte ezanı beklerken, sabrın, teslimiyetin (Allah’a) yanı sıra, yemeğe önce ailenin en yaşlı üyesinin başlaması, çorbanın höpürdetilmeden içilmesi, yemek sonunda şükür duası edilmesi gibi gelenek ve görgü kurallarını öğrenirlerdi.
Yani eski ramazanlar Kur’an eksenli dinamik bir toplumsal yapı oluşturma azminin sembolü gibi görülüp yaşanırdı.
Ve eski ramazanlarda vatan sathi büyük bir mescide dönüşürdü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi