Ahmet Kekeç

Ahmet Kekeç

Hüseyin Gülerce itirafçı da, sen değil misin?

Hüseyin Gülerce itirafçı da, sen değil misin?

Hüseyin Gülerce’yi (ve “Fetullahçı” yapılanmanın ahlaksızlığını deşifre eden eski müntesipleri) “itirafçı” sözcüğüyle itibarsızlaştırmaya çalışan arkadaşa duyurulur:

Kendi durumunu gözden geçirmeyi düşündün mü?

Fikir ve mahalle değiştirmiş herkesi “itirafçı” parantezine alacaksak, seni nasıl tanımlayacağız?

Mahalleni, aidiyetini, ilişkilerini, “dostlarını” değiştireceksin ve geçmişini pazarlamayı “ekmek kapısı” haline getireceksin ama bu ve benzeri davranışlardan türeyebilecek olumsuzlukları Hüseyin Gülerce’ye fatura edeceksin.

Öyle mi?

Müstear ismin arkasına gizlenerek yaptığın “işleri” nasıl tanımlamayı (yahut savunmayı) düşünüyorsun?

Dedikodu yaparak, bel altı vurarak, bir dönem hukuk geliştirdiğin insanların özel durumlarını faş ederek ne yapmaya çalışıyordun?

En ucuzundan itirafçılık değilse, neydi bu?

Kaldı ki “itirafçı” (itiraf mesleğinin bir ahlakı varsa şayet), bunun sorumluluğunu taşır, en azından “itiraflarını” sahiplenir ve buna uygun bir ahlak geliştirir.

Sen bu ahlakı gösteremedin.

İncittiklerin ve gadrettiklerin mahkemenin yolunu tuttuğunda, temellük ettiğin yeni kimliği bile savunamadın; cezadan yırtmak için korkakça “Şikâyete konu olan müstear isim bana ait değildir” dedin.

Bir de sana o müstear ismi kazandırıp piyasaya süren bir yalancı şahit buldun.

Maaile yalan söylediniz.

Utanmadınız.

Bugün itirafçı denildiğinde akla gelen ilk isim ne Latif Erdoğan’dır, ne Nurettin Veren’dir, ne Said Alpsoy’dur, ne Selim Çoraklı’dır, ne de Hüseyin Gülerce’dir...

İtirafçı denildiğinde akla gelen ilk isim sensin.

Bu kimlik (itirafçı kimliği) bir “onursuzluğa”, bir “eksik tutum”a, bir ahlaksızlığa işaret ediyorsa, zihinlerde beliren ilk isim de sensin.

Maalesef sensin...

Kaldı ki, vatanın ve milletin yanında yer almak ne zamandan beri “itirafçılık” oldu?

Hem, bırak güya lakayt ve boş vermiş bir tutum takınıp polemikte üste çıkmış ayaklarına yatmayı da, Hüseyin Gülerce’nin gündeme getirdiği meseleyi bir vuzuha kavuştur.

Neredeyse bütün bir Türkiye’nin (tabii bu satırların yazarının da), “Biz hizmet hareketi sanıyorduk, her türlü yardımda bulunuyorduk, meğer terör örgütüymüş, Erdoğan’a yargı üzerinden darbe yapmayı bile planlamışlar” dediği o netameli 17-25 Aralık sürecinden sonra bile, “Fethullah’ın yaptığına ‘darbe’ diyebilir miyiz?” başlığı altında FETÖ’yü şu şekilde savunuyordun: “17/25 Aralık olayı için ‘darbe’ diyemeyiz. Hatta ‘darbe girişimi’ bile diyemeyiz. Neden? Böyle bir darbenin gerçekleştirilmesi için ‘silahlı güç’ şart. Oysa Fethullah’ın silahlı gücü falan yok. ‘Ama polis falan’ diyecek olanlara soruyorum: Bir-iki yargıç, savcı ve polis şefiyle darbe mi yapılır? Böyle bir darbenin gerçekleştirilmesi için ‘tank, top, jet’ falan şart. Oysa Fethullah’ın savcısı, yargıcı, polisi falan var ama tankı, topu, jeti yok...”

Tankı, topu, jeti falan var mıymış, yok muymuş?

Eski bir itirafçı olarak, bu konudaki yanılgına da bir açıklık getirir misin, “hikâyeni” yazmayı düşünür müsün?

Madem mahalle ve fikir değiştirenlere “hikâye” şartını koşuyorsun...

Senin hikâyen ne?

Elan içinde bulunduğun durumu nasıl gerekçelendiriyorsun?

HAMİŞ

Fırından yeni çıkmış bir kitap: “Darbelerin Efendisi, HOCİA.” Kendisine “din adamı” süsü veren CIA köstebeğini ve 15 Temmuz darbe girişimini merak edenlere şiddetle tavsiye olunur.

Selim Çoraklı yazdı. Eftalya Yayınları: 0212 506 13 84.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Kekeç Arşivi