Selahaddin Çakırgil

Selahaddin Çakırgil

Frankfurt’a, kültüre ve ‘Kitab Fuarı’na dair..

Frankfurt’a, kültüre ve ‘Kitab Fuarı’na dair..

Günlük hadiselerin yoğunluğu içinde, önemli bir kültürel etkinlikten sözetmeye fırsat olmadı.. Halbuki, 5 günlük bir fuarı 3 gün boyunca izlemiş birisi olarak sizinle paylaşacaklarım vardı..
Frankfurt, Almanya ve Avrupa için ve hattâ dünya ekonomisi için de önemli bir şehir.. (Bizdeki Karadeniz, Konya ve Marmara Ereğlisi gibi isimlendirmelere benzer şekilde birkaç Frankfurt vardır. Her ne kadar dışarda Frankfurt denilince, Main nehri kenarındaki büyük Frankfurt anlaşılsa da; Almanya içinde bir karışıklığa vesile olmaması ve Polonya sınırında Oder nehri kıyısındaki Frankfurt’tan ayrılması için, trafik levhalarında Frankfurt isminin devamında hemen (‘a. Main/ Main’daki) gibi notların da yazıldığı görülür..)
Frankfurt, Hristiyanlığın tarih içindeki yolculuğunda etkili olan Konsil’lerden bir kaçına evsahibliği yaptığı için de önemli bir merkezdir.. Sayısız konsilleriyle olduğu gibi, Alman Birliği’nin kurulması öncesi ve bütün Avrupa’yı sarsan 1848’deki büyük sosyal buhranlar içinde, özellikle 1848- ‘Paul Kilisesi kararları’yla da alman tarihinde ayrı bir yeri vardır..
Bugün ise, dünyanın en önemli finans merkezlerinden.. Bu açıdan, kalbini, dev gökdelenler ve bankalar arasında kaybetmiş bir şehir olarak niteleyebilirsiniz Frankfurt’u.. O materyalist gücün tabiî yoldaşları olan uyuşturucu trafiği, fuhşiyat ve mafiatik faaliyetlerin de merkezi..
Ama, son 60 yıldır her yıl tekrarlanan ve dünyanın en büyük ‘kitab fuarı’ olarak nitelenen kültürel etkinliğiyle, adetâ, o materyalist çehresini cilâlamak ister gibidir de..
Bizde ise.. Frankfurt ismi, zihnimize ortamekteb sıralarında, Ahmed Hâşim’in ‘Frankfurt Seyahatnâmesi’ isimli ve 1935’leri anlatan eseriyle kazınmıştı.. (Bizde kültürün nasıl bir kaygan zeminde olduğuna bakınız ki, ‘sefaretnâme’ ile ‘seyahatnâme’ arasındaki farkı bile anlayamayacak kadar entel(leştirilmiş) bir yeni neslin anlamayacağı düşünülerek, Hâşim’in o kitabı sâdeleştirilmiş ve ‘seyahatnâme’ yerine anı kelimesi konulup, ‘Frankfurt Anıları’ adıyla yayınlanmıştır.. Halbuki, illâ da sadeleştirmek gerekli idiyse, ‘Frankfurt Gezi Notları’ denilmeliydi.. Eminim ki, o isimde bir kitabı görseydi, kendi kitabı olduğunu anlamakta, ‘Melâli bilmeyen nesle âşina değiliz..’ mısraının şairi Ahmed Hâşim bile herhalde zorlanırdı. Ve o notlar, 75 yıl öncelere aid.. Kültür dilde süreklilik de ister, yenilenme kadar..)
Evet, Frankfurt Kitab Fuarı’ndan sözetmek istiyorum..
Önce bir nokta.. Alman halkı gerçekten de kültürlü bir halk mıdır ve kültürlü olmak, tek başına okumakla mı elde edilir, bu ayrı bir mes’ele.. İnsanların, genelde birbirleriyle sohbet etmek hasletini yitirdikleri için içlerine kapanıp, yolculuklarda, hemen bir şeyler okumaya yöneldiklerini de unutmamak gerekiyor.. Ve o kitabların çoğunun muhtevası da, basittir.. Ama, okuyanlar onlarla ‘sohbet’ etmiş oluyorlar, stresslerini atıyorlar.. Halbuki, sohbetle paylaşılacak dertler, okunacak insan ruhları ve kurulacak sağlıklı insan ilişkileri kadar, kainat kitabını okumak da ayrı bir ‘irfan’dır.. Ve sadece müslüman coğrafyaları değil, genelde Doğu insanları dünyaya bakış açılarını inanç kitablarıyla, sohbetlerden de imbikliyorlar.
Ancak, Batı dünyasında onbinler-yüzbinler halinde yayınlanan fikrî eserler olduğu da görülmeli ve Ahmed Hâşim’in 75 yıl öncelerde yaptığı bir tesbiti de yabana atılmamalı.. Hâşim, ‘Almanlar, birisinin üzerinde ‘Cennet’, diğerinin üzerinde ‘Cennet üzerine konferans’ tabelası bulunan yanyana iki kapı görseler, üzerinde konferans yazısı bulunan kapıdan girerler’ der ki, bu hâlâ da geçerli denilebilir ve üzerinde düşünülmelidir..
Ama, benim, Frankfurt Kitab Fuarı deyince, aklıma gelen ve içimde bir hançer gibi saplı olan bir cümle de var ki, o, -1982-1998 arası, 16 yıl federal başbakanlık yapmış olan ünlü siyaset adamı- Helmut Kohl’ün 1992-Frankfurt Kitab Fuarı’nın açılışında söyledikleridir. Kohl, o konuşmasında, ‘Avrupa kültür ve medeniyetinin hristiyanlığın gölgesinde yeşerdiğini ve bu kültür ve medeniyete erişmek ve onunla bütünleşmek isteyenlerin bunu asla unutmamaları gerektiğini’ hatırlatıyordu, özetle..
Bu sözler, dünya halklarına, Avrupa uluslarının, iki korkunç Dünya Savaşı boğuşmasına ve birbirlerini aç kurtlar gibi yemek noktasına da aynı kültür ve medeniyetle vardığını hatırlatmıyordu, teknolojinin yaldızlı parlaklığında.. Ve aynı canavarlığın yarınlarda da tekrarlamayacağına dair en küçük bir garanti yoktu.. Nitekim, dünya üzerine bir anda kâbus gibi çöken ve kapitalizmin 1929 Buhranı’ndan da tehlikeli olan son kapitalist çöküntünün neler getireceğini kimse kestiremiyordu.. Bu, insanların yüzlerine bile yansıyordu..
*TÜRKİYE, OSMANLI DÖNEMİNE AİD YAYINLARIYLA DİKKAT ÇEKİYORDU..
1949’dan beri, 60 yıldır tekrarlanan Frankfurt Kitab Fuarı üzerine medyada çok şeyler yazıldı.. Açık ki, çok büyük ve mükemmel bir organizasyondu.. İlk üç gün, yayıncılara açıktı, son iki gün ise, umûma.. Halka açık olduğu günlerde, yarım milyondan fazla insanın fuarı doldurması görülmeye değerdi.. Ve, dev fuar alanında adetâ her şey düşünülmüştü..
Türkiye bu yıl ‘şeref misafiri’ (ehrengast) olarak ayrı bir yere sahib idi.. Geçen sene İspanya’nın Katalonya eyaleti idi, birkaç yıl önce de, arab dünyası ‘şeref misafiri’ olmuştu.. Şeref misafiri olanlar, dev fuar alanının her tarafında kendilerini tanıtma imkanına kavuşuyor.
Türkiye bu imkanı iyi kullanabildi mi? Sanıyorum, yetersiz ve de hazırlıksız idi..
En başta da, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den, ‘şeref misafiri ülkenin başkanı’ olarak, günlük mes’eleler yerine, geldiği ülkenin ve mensub olduğu değerler dünyasının derinliklerindeki irfan ve hikmetlerle bezeli, zihinlerde kalıcı bir konuşma yapmasını beklerdim; bunu yapabilecek birisiydi.. Ama, sanıyorum, danışmanlarının kurbanı oldu..
TC. Kültür Bakanlığı, 50-60 kadar yayınevi ve 300 kadar yazar-san’atçı vs. getirmişti..
Ancak, bu yayınevleri, teknolojik ve kapital güç açısından ileri Alman, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Japonya, Çin vs. ülkelerin basım tekniği açısından kaliteli, bilişim teknolojisi, eğitim, tıb, pedagoji, edebiyat, resim, müzik, mimarî gibi güzel san’atlarla digital alanlardaki yayınlarıyla kıyaslandığında, fark farkediliyordu.. Türkiye’nin, uluslararası kamuoyuna hitab eden ve kendi damgasını vurduğu, zihinlerde kalıcı eserleri de yoktu, çeşitliliği de; düzenlemesi de.. En çok da Osmanlı dönemine aid eserleriyle dikkat çekiyordu..
Türkiye’li yazar veya san’atçıların katıldığı birçok konuşmayı dinledim.. Genelde, modern çağın buhranları içindeki insana çözüm sunacak uluslararası boyutlarda değil, iç kamuoyuna yönelik konulardı.. Esasen dinleyenlerin en azından yüzde 70’i Türkiye’lilerdi.
Ama, üç gün boyunca, yıllardır görmediğim nice dostlarla sohbet etmek, niceleriyle tanışmak ve gıyabî âşinâlığımız olan niceleriyle karşılaşmak imkanı buldum.. Bu arada, orada olduğunu bildiğim ve çok görmek istediğim halde o kalabalık içinde karşılaşamayışıma eseflendiğim nice dostlar da oldu.. Kezâ, İran İslâm Cumhuriyeti ile bazı Orta Asya ve Ortadoğu ülkeleri ve Pakistan standlarındaki birçok dost ve âşinâ çehrelerle karşılaşmak da güzeldi..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Selahaddin Çakırgil Arşivi