Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

“Osmanlı Demokrasisi”nden “Türkiye Cumhuriyeti”n

“Osmanlı Demokrasisi”nden “Türkiye Cumhuriyeti”n

Konuyu doğru zeminde tartışabilmek için, önce “Batı demokrasisi”nin temellerinden kısaca söz etmemiz gerekiyor…
Fransız tarihçi Ch. Seignobos “Batı’nın eşitliği nisbidir. Aslında her alana müthiş bir eşitsizlik hâkimdir. Ülkemi (Fransa) ele alacak olursa evvela ‘asiller’ ve rahipler’ sınıfını görürüz. Onların alt katında üç sınıf daha var: Burjuva (Bourgeosie), Vilen (Vilain) ve Sarf (Serf yani esir, ya da köle)...
“Asillerle rahipler, eski dönem boyunca tüm haklardan ve nimetlerden yararlandılar. Yeni döneme gelince: Demokrasi yine bu zümrelere çalıştı, çünkü mekanizmaya hakimdiler, geçişi diledikleri gibi ayarlayıp, mekanizmayı istedikleri gibi işlettiler.”
Böylece asiller ve rahipler sınıfı hem yönetime hâkim oldular, hem de ekonomiye. Bazı istisnalar hariç tutulursa, alt tabakaların başarı şansları hiç olmadı. Hatta bazı sınıfların hayvanlar kadar bile hakları yoktu. Bütün angaryalar alt sınıfların boynundaydı. Derebeyleri topraklarını satmak istediklerinde “kelle” hesabıyla köylüleri de satışa sunarlardı.
Köylü, derebeylerine ait topraklarda bedava çalışmak zorundaydı. (Buna Corvé=angarya denirdi) Kaçmak istediğinde dövülür, işkenceye tabi tutulur, hatta vurulurdu.
“Köylüler, köylerinin sahibi olan derebeyinin her arzusuna, hiçbir savunma hakkı olmaksızın, boyun eğmek zorundaydılar. Çünkü isterse derebeyi onları yargılayabilirdi ve hüküm kesindi. Köylülerin ise başvurabilecekleri bir merci yoktu.” (Ch. Seignobos, Le Moyen Age, Paris 1907)
“Savaş güncel işlerdendi. Prensler, asilzadeler, şövalyeler durmaksızın bir birlerine savaş ilân ederler, savaş sebebiyle köylülerin ekinlerini mahvederler, hayvanlarına ve kalan ürünlerine el koyup kalelerine çekilirlerdi.” (Aynı eser, s.236)
“Derebeyinin kendi malikânesindeki köylüler üzerinde ne gibi hakları varsa, şehirliler üzerinde de aynı hakları vardı. Bu haklar içinde halkın gözlerini oydurmak, burunlarını kestirmek, elleriyle ayaklarını kestirip o vaziyette kalabalığa teşhir etmek gibi kanlı uygulamalar olağan sayılırdı.” (a.g.e. s. 241)
Fransız Enstitüsü üyesi Funck-Brentano’nun “La société au moyen âge” isimli eserinde köylülerin “namuslarına sahip çıkma” haklarının bile olmadığını yazar: “Halkın derebeylerine karşı aile namuslarını koruma hakları bile yoktu. Çünkü gelinle damat, gerdeğe girmeden önce davetlileriyle birlikte derebeyinin şatosuna gitmek ve gelini derebeyine sunmak zorundaydılar. Derebeyi isterse gelinle sabahlayabilir ve hiç kimse bunun hesabını soramazdı. (La société au moyen âge, Paris 1937, s.51)
Aynı dönemde, hatta daha öncesinde Osmanlılarda “eşitlik ilkesi” tüm hayata hâkimdir. Lois Gardet’in deyişiyle, “Bütün mü’minler kanun nazarında eşittir, çünkü kardeştirler.”
Bunun kolayca sağlanmasının sebebini inanç sisteminde aramak lâzım: İnancın gereği olarak Osmanlılarda “imtiyaz=ayrıcalık” yoktur. Tabiatiyle “asiller sınıfı”ndan, ya da Hıristiyanlıktaki gibi “ruhban sınıfı”ndan söz edilemez.
Selçuklu ve Osmanlı tarihinin aynı döneminde, Avrupa tarihinde gördüğümüz insanlık dışı uygulamalara asla rastlanmaz. “Kanun önünde eşitlik ilkesi” hayata öylesine derinden hakimdir ki, sıradan insanlar kimi padişahları mahkemeye verip yargılatmış, hatta mahkûm ettirmişlerdir. Bunu yapabilmek bugünün demokratik anlayışı içinde bile zordur.
Bu anlayışın temelinde, kuşkusuz, İslâm'ın “kul hakkını yememe” kuralı yatar. Allah’ın kul hakkını bağışlamayacağı inancı, yöneticileri hamiyetli, yönetilenleri emniyetli yapmıştır.
Böyle bir ortamda diktatörlüğün herhangi bir versiyonunun yeşermesi neredeyse imkânsızdır. Zaman zaman diktatoryal yansımaları olan bazı uygulamalar ise, bugünün anlayışıyla değil, dönemin zaruretleriyle birlikte düşünülmelidir.
Yüzyıllar boyu Osmanlı ülkesine gelip tetkiklerde bulunan Avrupalı gezginler, Avrupa ile mukayese kabul etmez insan hakları uygulamaları karşısında şaşkınlıklarını dile getirmekten kendilerini alamamışlar, kendi toplumları için de böylesine “hakça” ve “insanca” bir yönetim temenni etmişlerdir. Bunların arasında özellkle Comte de Marsigli’nin tespitleri dikkate değer: Çünkü Marsigli bir İslâm-Türk düşmanıdır. Buna rağmen Osmanlı Devleti’nin insanlara verdiği değerle riayet ettiği insan hak ve hürriyetlerinden bahsetmiştir.
Kendisi diplomat olan bu kişi, 1732’de La Haye’de yayınladığı hatıratının birinci cildinin 28-29. sayfalarında Osmanlı idaresini övmekten geri duramaz: “Tarihçilerimizin hepsi Osmanlı padişahlarının diktatör olduklarını dünyaya ilân ediyorlar. Halbuki Osmanlı Devlet sistemiyle diktatörlük arasında en ufak bir bağ yok. Nasıl olsun ki, Padişahın maiyetinde bulunan ve adına ‘Kapıkulu’ denen askeri teşkilatın (yeniçeri ve sipahileri kastediyor) gerek eski padişahlardan kalma kanunlar mucibince, gerekse kendi gelenekleri gereği padişahı tahttan indirebiliyor, zindana bile atabiliyorlar.”
Marsigli, padişahların “diktatör” olmadıklarına dair pek-çok örnek verdikten sonra, yukarıda adı geçen kitabının 31. sayfasına şu hüküm cümlesini yerleştiriyor:
“Buraya kadar verdiğim örneklerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı Devleti bir aristokrasi değil, adı konmamış bir demokrasidir.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi