''Simge''sel...

''Simge''sel...

Nicedir bir “simge” muhabbetidir gidiyor…
Muhterem başbakanımız, azîz kardeşim Recep Tayyîb Erdoğan beyefendinin İspanya’daki son beyânı o malûm Tuhaf Gürûh’a gemi iyice azıya aldırdı!
Hele geçen günkü yazısıyla sıfatlarına bir de “ateşli Alevîperest”liği de eklemeyi başaran provokatör-yazar sayın bay Bekir Coşkun, iyice coştu!
Bir “şey”, bir olay ya da bir kişi hakkındaki değerlendirme, onu yapanın “kim”liği ve de “ne”liğinden bağımsız değildir/olamaz. Yani frenklerin adına “objektivite” dediği, âhir zaman güdük Türkçesiyle “nesnellik” diye bir şey, “ilkesel” olarak mümkün değildir! Zira “nesnellik”, “öznenin kendi duygu, düşünce ve önyargılarından uzakta kalarak ve herhangi bir başka etki altında da kalmadan davranabilme niteliği”dir. Kanaat-i âcizânem odur ki, hakîkaten ciddî ve samîmî olan hiç kimse bu niteliğe kâmilen sahip olduğunu söylemez hele iddia hiç etmez/edemez!
Mü’min/Mü’mine Müslümanların fikri hür vicdânı hür olanlarına göre “objektivite” ancak âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a, azze ve celle, mahsustur. Ancak O’nun, celle şânuhu, verdiği hükümler/koyduğu ölçüler-kurallar ve değer yargıları “objektif” olabilir. İşte bu yüzdendir ki Mü’min/Mü’mine Müslüman mubârek Kur’ân’da yer alan bütün hüküm/emir/yasak/kurallara bilâ kayd ü şart tâbidir ve yine orada yer alan bilumum ölçüleri/değer yargılarını şekksiz şübhesiz, tam bir samîmîyet içinde benimser, bütün gücüyle hayatına aktarmaya çalışır. Tabiî “ateist” tâife için böyle bir durum yoktur/sözkonusu bile olamaz! Bir de îmânî yönden zayıf, kararsız ya da, tâbir câizse, “problemli” olanların zihinleri/kalbleri bu konuda kararsızdır, daha doğru bir deyişle, sallantıdadır!
Bütün uygarlıklar/medeniyetler elbette ki simgeler üretirler ve kendilerini büyük ölçüde onlarla ortaya koyarlar. Besbelli bu yüzden lûgatlar -en azından âhir zaman lûgatları- “simge”yi “belli bir insan topluluğunun uzlaşarak kendisine belli bir anlam yüklediği somut nesne ya da im, işaret” diye tarif ederler.
İslâmî tesettürün mütemmim cüzü olan başörtüsü bu Mü’min/Mü’mine Müslüman tarafından bu mânâda bir “simge” olarak algılanmaz. Zira o, “belli bir insan topluluğunun uzlaşarak kendisine belli bir anlam yüklediği somut nesne ya da im, işaret” değildir; Bizzât âlemlerin Rabbi Yüce Allah, azze ve celle, tarafından bilumum Mü’mine Müslüman hanımefendiler için uygun görülmüştür. Bu konuda, en azından 1429 yıldır bilumum mûteber İslâm ulemâsı başta olmak üzere, izzetli ümmet-i Muhammed, yani “belli bir insan topluluğu” şekksiz-şübhesiz “uzlaşmış”tır. İslâmî tesettürün mütemmim cüzü olan başörtüsünü örtüş ya da daha doğru bir deyişle bağlayış şekli ise mubârek Kur’ân’da bildirilen asgarî ölçüye/kıstasa kayıtsız şartsız uymak kaydıyla, onu kullanmakla mükellef olan ferdin görgüsüne/zevkine/kanaatine ve bunlardan kaynaklanan tercîhine kalmıştır. Erkeklerin boyunbağı bağlaması, bâtıl Batı uygarlığının ürettiği çok sayıda “simge”den biridir. O “belli insan topluluğu”nun bu “somut nesne ya da im, işaret”e “yüklediği anlam” ise öncelikle ve özellikle bâtıl Batı uygarlığının bu “ciddîyet ve âidiyet göstergesi”ni benimsemiş olmaktır. Boyunbağı ya da daha yaygın adıyla “kravat” bunun ötesinde, rengi ve desenleriyle bâtıl Batı uygarlığının hakîkî mensûbu olmayanlar için “okunması” çok zor ve bir hayli değişken anlamlara işaret eder. Sözgelimi, milâdî takvime göre 1950’li hatta 1960’lı yıllara kadar Fransa’da sarı renkte “kravat” –af buyrun- “kadın ticareti”/“fuhuş bezirgânlığı/aracılığı” yapan meslek grubunun “simge”siydi. Dolayısıyla hiçbir Fransız “beyefendi”si asla sarı renkte “kravat” bağlamazdı! Bâtıl Batı uygarlığının hakîkî bir mensûbu, bir adamın bağladığı “kravat”ın renginden ve/veya üzerindeki desenden hareket ederek onun hakkında rahatlıkla ve genellikle de isâbetli bir kanaat sahibi olur/olabilir. “Kravat”ı bağlayış şekli ise yine kişinin görgüsüne/zevkine/kanaatine ve bunlardan kaynaklanan tercîhine bırakılmıştır. Bâtıl Batı uygarlığının “kravat kültürü”nün inceliklerini bilmeden onu yalnızca taklîden bağlayan birinin, bu kültüre vâkıf olanlara, hiç bilmeden/istemeden ne gibi mesajlar vermekte olduğunu varın siz düşünün! Bu mânâda kendi kendini rezîl rüsvay edenleri, bâtıl Batılıyı bıyık altından kıs kıs güldürenleri bu fakîr çok görmüştür! Hâkezâ “kravat” bağlamamak da bâtıl Batı’da başlı başına bir “simge”dir. Burada mühim olan bir “simge”ye onu kullananların ya da onu, tâbir câizse, “yaratan”ların yüklediği “anlam”dır; yoksa o “simge”yi kullanmayanların kendilerince ya da işlerine geldiği şekilde yüklemeye kalktıkları “anlam” değil! İslâmî tesettürün mütemmim cüzü olan başörtüsünü belli bir şekilde bağlamanın “cumhuriyetin laiklik ilkesine karşıt olma” “anlamı”na gelip gelmediği, o bağlayış tarzını tercîh eden Mü’mine Müslüman hanımefendilere sorulmak durumundadır. İslâmî tesettürün mütemmim cüzü olan başörtüsü ve onun kültürüyle yakın uzak hiçbir alâkası olmayanların bu konuda ahkâm kesmeleri zann ve hatta hezeyân olmaktan öteye gitmez/gidemez!
Peki, aynı zamanda “demokratik” olduğunu da iddia eden “devletimiz” nezdinde “laikliğe karşı olmak” da “demokratik bir hak” mıdır? Sözgelimi, bâtıl Fransa’da değil “laikliğe karşı olmak”, “cumhuriyet karşıtı bir monarşist”, yani “kralcı” olmak bile “en tabiî demokratik hak”tır! Ve dünyanın “laik” üç ülkesinden biri, üstelik de “laiklik”in mûcidi olan bâtıl Fransa’da hiç kimse bu hakkı hür bir Fransız vatandaşının elinden alamaz! Hele zorbalıkla, asla!
Müteyakkız olalım, müteyakkız kalalım!


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi