Seyit Mehmet Şen

Seyit Mehmet Şen

YETKİ KİMİN?

YETKİ KİMİN?

Gerbezeli Laika’mız, 1990’lı yıllarda nazenin yumruklarını sıkarak kaç kez milletin gözünün içine baka baka adeta aslanlar gibi kükremişti:
“Bu sonbaharda bölücü terörün belini mutlaka kıracağız.”
Fakat hepimizin bildiği gibi, ne o sonbaharda, ne ondan sonraki sonbaharlarda, ne de 2010 yılının üçüncü ayını yaşadığımız şu günlerde bölücü terörün belini kıramadığımız gibi; elbet başını da koparabilmiş değiliz. Bu yetmezmiş gibi, göstermelik baş olarak ülkemize teslim edilen ve teslim edenlerin verdiği talimat gereği, maalesef bu göstermelik başı onur kırıcı bir şekilde İmralı Adası’nda krallar gibi ağırlamamız ise işin cabasıdır...
Elbet it izinin at izine karıştığı, her bakımdan çetrefilli bir dönemde bölücü terör ve onun göstermelik başı üzerinde duracak filan değilim. Üzerinde durmak istediğim asıl konu ise, tıpkı sevgili Laika’mızın her sonbaharda terörün belini kırmak isteyip de kıramadığı gibi, bu iktidar da (bu konuda doğru olan söylem ise AKP iktidarı değil, AKP yönetimidir ve ne yazık ki şu günlerde bu acı gerçek, 72 milyonluk milletin gözü önünde bir kere daha bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır) yedi yıllık geçmişine rağmen, sistemin yapısı, yapılanması ve dinamikleriyle ilgili hiçbir konuda henüz milletçe içimizi ferahlatacak bir sonuca ulaşmış değildir. Bu gidişle ne yazık ki ulaşabileceği de şüpheli gözükmektedir. Bunun nedeni ise yedi yıllık geçmişine ve bu aziz milletin olanca desteğine rağmen sistemi henüz yeterince tanımamış olmasıdır. Eğer yönetimi ellerinde tutan dostlarımız, kimilerini zengin etmek amacıyla verdikleri uğraşın yarısını veya dörtte birini, hatta biraz mübalağa ile onda birini bile sistemi tanımak için vermiş olsalardı; cerbezeli Laika’mız onca uğraşına ve nazenin yumruklarına rağmen terörün belini kıramamış olsa da, AKP yönetimi sistemin belini kesinlikle kırar ve kelimenin tam anlamıyla iktidar olmanın yolunu mutlaka bulmuş olurdu.
Ve uzunca bir süredir belli odaklarca ve kalemşorlarca “ülkede AKP iktidarı tarafından sivil darbe yapılıyor” çığlıklarının atıldığı bir dönemde ülkemiz sivil görünümlü, fakat asla sivil olmayan yepyeni bir darbe modeliyle karşı karşıya kalmazdı. Bu karşı karşıya kalışın verdiği şaşkınlıkla, tıpkı seyirci konumunda olan bizlerin söylediği gibi, “bu bir yetki aşımıdır” demezdi.
Ey anlı şanlı sivil paşalarım! Bu, kelimenin tam anlamıyla bir yetki aşımıdır. Fakat Allah’ınızı severseniz söyler misiniz, devr-i iktidarınızda (yani yönetiminizde demek istiyorum) bu tür bir yetki aşımı ilk kez mi karşınıza çıkmaktadır? Yetki aşımını yapanlara karşı bu milletin size verdiği hangi yönetim yetkisini kullandınız da bizim haberimiz bile olmadı?
Ekranların karşısına geçip, “bu anayasayla olmayacak”, ya da “yargı reformunu yapmak mutlaka şart oldu” ve “bunu gerçekleştirmek için referanduma bile gidebiliriz” benzeri sözler ederken, bunu ancak şimdi mi anladınız diye adama sormazlar mı? Bu nasıl bir idrak kamaşmasıdır ki, milletin bütün değerlerine karşı olan güç odaklarının talimatıyla belli zihni yapıdaki kişilere hazırlatılan böyle bir anayasanın sistemin önünü tıkamak ve milletten yana olanları çalıştırmamak olduğunu gerçekten bilmiyor muydunuz? Eğer bilmemiş olsaydınız, aylarca önce ülke çapında anayasa hazırlığına başlamazdınız. Eğer bilmiş olsaydınız o kadar hazırlıktan sonra yaptığınız çalışmaları meclise getirir ve gereğini mutlaka yapardınız.
Bunu yapabilmek için meclisde yeterli çoğunluğa sahip olmadığınızı söyleyebilirsiniz. 12 Eylül döneminde Mamak’ta ve ülkenin diğer hapishanelerinde, Anadolu insanının o en güzel ifadesiyle, gavurların bile yapmayacağı, yapamayacağı, yani yapmaya cesaret edemeyeceği ya da insanlıklarının elvermeyeceği işkenceyi yapanların mağdur ettiklerini yanınıza alma becerisini gösterseydiniz, aradığınız çoğunluğu hem de fazlasıyla bulurdunuz. Fakat Allah Resulü’nün(sav) Medine’de Yahudi’lerle, Hudeybiye’de Mekke’li Müşrik’lerle yaptığı anlaşmaları ve uzlaşmaları, siz, siyasi kulvarları farklı da olsa, sizler gibi inanan, milletin değerlerine sizler gibi sahip çıkan insanlarla yapamadınız. Onlarla uzlaşmak yerine, onları “muhatap bile kabul etmeyerek” kavga etmeyi tercih ettiniz.
Hal böyle olunca, problemlerin gerçekten çözülmesini, milletin yararına olacak işlerde yönetimin önünü tıkayan engellerin mutlaka ortadan kaldırılmasını, ülkenin, milletin bütün değerlerine zıt jüristokrasiden bir an önce kurtulup, kelimenin tam anlamıyla evrensel demokrasinin hakim olmasını istiyorsanız, bu aşamada yapmanız gereken ilk şey ne anayasa değişikliğiyle uğraşmak, ne de yargı reformuna kafa yormak değildir.
Öyleyse yapılması gereken şey nedir mi diyorsunuz?
Bu sorunun cevabını vermeden, yıllarca önce yönetime gelme aşamasında olan Halife-i Ruyi Zemin’le yaptığım özel ve oldukça uzun bir görüşmede söylediğimi öz olarak tekrar etmek istiyorum:
“Bu sistemle ülke yönetilemez. Bunu değil siz/biz, kimse başaramaz. Bu nedenle bu sistemin yeni baştan düzenlenmesi gerekir. İzin verin, bunun hazırlığını yapalım.”
Fakat Halife-i Ruyi Zemin’in, her şeyi bilen bir insan olarak bana söylediği/sorduğu aynen şuydu:
“Bana pamukla uğraşan bir profesörün ismini verebilir misin?”
Söylenilenlerle bunun ne alakası var mı diyorsunuz?
Olmaz olur mu?
Halife-i Ruyi Zemin, olabildiğince nezaket yüklü bir duyguyla diyordu ki:
“Sen bir Zıraatçı olarak, sisteme ne karışıyorsun; ya da sen devletten, sistemden ne anlarsın, senin anlayacağın şey sadece zıraattır. Dolayısiyle sen kendi işine baksan daha iyi olur.”
Ben kendi işime baktım bakmasına da, sistemin sahipleri Halife-i Ruyi Zemin’e kendi işine bakacak zamanı bırakmadılar ve pamuk profesörünün yönlendirmesiyle yetiştireceği pamuklarla üreteceği tekstil ürünlerini satıp ülke ekonomisini düze çıkarmasına ve dünya genelinde Çin ile rekabet etmesine izin vermediler.
Bütün bunları şunun için yazdım ki; Halife-i Ruyi Zemin’den aldığım o unutulmaz dersle, sistemin işleyişiyle ilgili olarak, haddimi aşarak, “Devletin Tanrılaşması”, “Sistemin Ahtapotlaşması”, “Kavgaların Anatomisi/Put tercümanlığı”, “Demoklasya/Tabular Ülkesi”, “Laika/Sulta’nın Gözdesi”, “İrtica/Sulta’nın Korkusu” kitaplarını yazmış olsam da; AKP’nin muhterem ve muhteşem yöneticilerine bu konularda bir şeyler diyecek durumda değilim. Çünkü biliyorum ki AKP’nin kurmayları arasında yandaş holdinglerin danışmanlığını yaparak devleti ve sistemi enine boyuna öğrenenler ve öğretenler var.
Benim söyleyeceğim sadece şu:
Her şeyden önce bir sevgi ve kardeşlik reformu yapın ve siyasi rakiplerinizi muhatap alarak mutlaka uzlaşma yolunu bulun ve Anadolu insanının o enfes tabiriyle “çırayı nerede söndürdünüz” dercesine yedi yıl sonra uyanan ekibinizle birlikte sistemin bütün pisliklerinden kurtulun.
Şunu bilin ki siyasi rakipleriniz ne Medine Yahudileri’dir, ne de Mekke Müşrikleri... Her şeye rağmen onlar bu ülkenin insanlarıdır ve doğruları yanlışlarından fazladır. Yeter ki bu bağ kurulsun ve bu ortam oluşturulsun.
Bir şey daha:
Allah Resulü ve O’nun izinden gidenler, değil milyonları peşinden sürükleyen insanları muhatap almamak; yaşlı bir kadını, aciz bir köleyi ve küçük bir çocuğu bile muhatap alır ve onların problemlerini çözmeye çalışırdı...
Ne olur, Halife-i Ruyi Zemin gibi davranmayı bırakın...
Kendiniz gibi, inandığınız gibi olun...
Bu size de, ülkeye de yeter...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Seyit Mehmet Şen Arşivi