Metin Hasırcı

Metin Hasırcı

Mart çıkarken

Mart çıkarken

Eski bir deyim vardır: “Mart kapıdan baktırır. Kazma kürek yaktırır.” Bu deyim ülkemizin şehirlisinin %30, köylüsünün %70 olduğu dönemlerde bir mânâ ifade edermiş. Artık hakiki sebebi meçhul olan %70 şehirleşme, %30 köylüleşmenin, henüz tahlilleri sosyal ve iktisadi sağlıklılığı açısından tam tahlilleri yapılmamış olduğundan biz ancak etrafımızı görebiliyoruz. 27/Mart/Cumartesi SP Ümraniye Hanımlar kolunun tanzim ettiği Ç.kale şehitlerini anma toplantısının hatibi idim. Demostrasyon yâni göstererek anlatma metodunun geçerliliğini bir daha idrak ettim. Mikrofona dâvet olunmadan önce; gösterilen Sinevizyonu temaşa ederken savaş sahnelerinin görüntülerinde bulduğum evet savaş müthiş bir şey! Fertlerin şurasına burasına isabet eden şarapnaller, mermiler, gülleler, toprak altında atılmakta olan lağımların yerden püskürttüğü enkaz-ı beşer film keşfi sayesinde bütün sarahatıyla gözler önüne seriliyor. Bu görüntüler ise, annelerde, ileride anne olacak nesillerde bir savaş düşmanlığını elbetteki çağrıştırıyor. Cihana getirdiği yavrusunun böyle bir harp esnasında nereden geldiği belli olmayan bir mermi ile son nefesini verebileceğini görmek kolay katlanılır şey olmadığı elbette kabul edilmiştir. Bunu ancak keder ve acı içinde de olsa kabul edebilmenin ve ölümün ancak Allah(c.c)’ün nasip ettiğinde meydana geldiği inancına sarılanlar, merhametliler merhametlisi Cenab-ı Zülcelâl’in lutf ettiği şehidlik rütbesinin verdiği lezzet, o şehidin aile yakınlarına Rûzi Mahşer de yapmasına müsaade olunacak şefaatden haberdar olmak ne büyük bir teselli vereceği izahtan varestedir. Bütün bunları C.tesi günü Ç.Kale savaşları ile alakalı çekilmiş Sinevizyonu seyrederken düşündüm. Sosyal hayatımızda dinin ve akıbetin birlikteliğin de çok önemli yeri olduğu, o ilahi ifadatları duymuş ve icabet etmiş olan kimseler şuurlarının gelişmesinde bu donelerle birlikte hayat sürdüklerinden vefatın bir terhis olduğuna ve aynen askerden terhis olurken, Mevlid-i Şerif yapanlarla, birliklerin şurasında içkiler içerek terhis kutlayanlar arasındaki fark ne kadar değişikse dünya hayatından ahret hayatına geçenlerin benzerlikleri de o kadar değişik olmakta olduğunu anlayabilmek kabildir.
MÜCAHİD-İ FİSEBİLİLLAH
Bu lakap, Kültür eski Bakanlarımızdan İsmail Kahraman Beyefendinin, merhum ve mağfur Muhterem Salih Doğan Pala’ya, sayın Kahraman’ın kendilerinin MTTB başkanı olduğu zaman hediye ettiği ve merhuma çok yakışan bir tevcihattı. 1942 yılında Bursa’da dünya’ya gelen Salih Doğan Pala, 30/Mart/2000’de gözlerini ahret hayatına açtığında İslâm âlemi günümüzden farksız bir şekilde yine kan revan halinde idi. O, her gün bu hâle kederdide bir halde bizleri uyarırken, kendini yiyip, bitiriyordu. Bizler kısır siyaset çekişmelerine dalmış, 1983 sonrasında ülke üzerinde idareye hakim olabilmiş görüntüsü veren zamanın iktidarı Anap, yıllarca sayıklanan ümitleri bir bir tüketmiş, sanayi hamlesi diye değil bir teşebbüsü, düşünülmesini bile muhal bir hâle getirmişti. O siyasi anlayışın genç prensleri diye tanıtılanların yolsuzlukları ayyuka çıkmış birileri birilerine ‘rüşvetin belgesi mi olur ulan!’ derken, kimisini de kurşunluyorlardı. İslâm dininin ortaya koyduğu umdelerde böyle karmanyola görmek kabil midir? Bu soruyu sorduğumuz da, günümüz yeni zenginlerine de bir atfu nazara ihtiyaç vardır.
Merhum Salih Doğan Pala, varlıklı bir ailenin evladıydı. Muhterem ve merhum Vâlideleri gerçekten Salihat-ı Nisvandan bir hanımefendi hazretleriydi. Cuma günleri ziyarete geldiği oğlu için Sağmalcılar cezaevi kapısında ileri yaşına rağmen sıraya girer, saatlerce sıra bekledikten sonra on dakikalık görüşmeye dahil olurdu. O oğlunun masum olduğunu biliyordu. Onun ne yüce bir sevgi insanı olduğundan emin bir anne olarak onu ziyaret ediyordu. Hanımanne’nin pederleri meşhur ve masum şehid İskilipli Atıf Hoca’nın medrese arkadaşı olduğu için her 3/Şubat günü evlerinde Atıf Hoca’ya hatimler indirilirdi. Nitekim Salih Bey, Atıf Hoca merhumun Şapka risalesini ömrünü hitama erdirmeden neşrettiğini biliyorum. Ön sözünün de tarafımdan yazıldığını hatırlıyorum. Salih Bey, “Şark’taki Müslümanın ayağına batan bir dikenin acısını, garptaki Müslüman hissetmez ise, o kâmil bir Müslüman değildir” anlayışını çok önemserdi. Hepimize bu hususta ikazlarda bulunurdu. Beş yıl süren Medrese-i Yusufiye hayatından, merhum 6. Ağır ceza reisi Salih Çerikçioğlu’nun ağzından çıkan bihakkın tahliye sözü karşısında duruşmada bulunan arkadaşlarının “yaşasın adalet” haykırışlarına aşağıdaki sözleri müthiş bir cevap olduğu gibi memleketin içinde yaşadığı şartları da hatırlatan ifadelerdir. Demiştir ki; “Ne oluyorsunuz arkadaşlar. İç zindandan, dış zindana çıkıyoruz.” Yedi yıldızın başındaki bu beyefendi insan Ağabey olarak yaratılmış biriydi. Onun kültür hayatımıza en büyük hizmeti MTTB’lerin kitap klubü kurmaları hususundaki yaptığı çalışmalar ve maddi yardımlardır. Prensibi, ‘birisinin bir kitabı okumasını temin için beşbin kitap bastırırım. Eğer okuması gereken kişinin eline o kitap geçerse, ben vazifemi yapmış sayarım kendimi’ diyen insandı. Hurşit Korkmaz, Tuncer Arabul, Arif Önemli, Gündoğan Üçer beyefendilere, Salih Doğan Pala’nın vefatının 10. yılında uzun, hayırlı ve sağlıklı ömürler dilerim. Başta Sami Pala ağabeyimiz olmak üzere bütün tanıdık ve dostlara, bir efsane adam Salih’e rahmetler dilemelerini istirham ediyorum. Fiemanillah.
Mühim not: Gazetemiz genel koordinatörü Mustafa Karahasanoğlu’nun muhtereme kaimvalidelerinin, yine Milli görüş âleminin yıldızlarından biri olan Mehmed Okul büyüğümüzün ve sevgili Ahmet Cengiz Arancı’nın ahret âlemine intikalleri üzerine kederdide ailelerine ve yakınlarına sabr-ı cemil dilerken, Allah(c.c)’ün rahmet ve mağfireti üzerlerine olsun, niyazlarımın makbul olmasını temenni ederim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Metin Hasırcı Arşivi