Metin Hasırcı

Metin Hasırcı

Ara vermeden devamdayız

Ara vermeden devamdayız

Muhterem okurlarım; geçen haftaki yazımın sonunda bir ameliyat geçireceğimi haber vermiş helallik istemiştim. Az da olsa kimi okurlarım ulaşıp, şifa dileğinde bulundular.
Hamdolsun, Giray hanedanından olan Operatör Dr. Edil Giray Beyefendi muvaffakiyetli bir müdahaleden altı gün sonra ayağa kaldırdı izn-i ilâhinin yardımıyla. Sultanbeyli Tacirler Devlet Hastanesinin başhekiminden en küçük birimine kadar her birine müteşekkirim.
Hastaneyi çok temiz ve bütün personeli, hastaya müşfik davranan bir şefkat meleği gibi gördüğümü söyleyebilirim. Ajans5Haber başta olmak üzere Muhterem Adalet eski Bakanımız İsmail Müftüoğlu Beyefendinin, Beyoğlu ilçesinin değerli başkanı Yaşar Kangel evladımız, kadim dostum Ahmet Kaya ile sevgili kardeşim Mehmet Vezir Başar’a, Alaaddin Akyel’e, AGD genel başkanı kardeşim İlyas Töngüş Beyefendiye, SP’si Sancaktepe ilçe başkanlığına çoğuna eşim cevap verdiğinden isimlerini bilemediğim bütün arayan soran, gelen gidene minnettarım.
Vakit gazetemiz Koordinatörü Mustafa Karahasanoğlu ile vefakâr santralcımız Rıfat’a özel olarak teşekkür ediyorum. Dar günlere hazırladığım bir yazımla huzurunuzdayım sevgili okurlarım. Gündeme uygun olmamakla birlikte Deli denilen padişahın, Girit’i alma destanını sizlere hatırlatmak kolaylığını seçtim. Umarım istifade edersiniz.
GİRİT ADASININ FETHİ
Girit adası günümüzde Yunanlılara aittir. Girit denizi de denen Doğu Akdeniz’deki bu ada 8 bin379 km.karedir. 140 km. boyunda olan ada bin metreyi bulmayan derinliğe gömülü bir denizaltı tabanı üzerindedir. 2500 metreye varan seri dağların bulunduğu görülür. Girit Yunan medeniyetinin varlığına çok katkı sağlamış bir yerleşim alanıdır. Denizciliği ve donanmaları üçbin yıl güçlü olarak devam etmiş bulunmaktadır. Hz. Muaviye’nin Şam vâliliği zamanındaki teşvik ettiği deniz hareketlerinin Girit’de de yaşandığını biliyoruz ancak ele geçirme kabil olmamıştır. 826 yılında Abbasi halifesi Me’mun’un eline geçirdiğini görüyoruz. Böylece de, müslümanların Doğu Akdeniz’in hakimi olduklarını görüyoruz.
Sultan Fâtih’in 1479 sonrasında saldığı donanma adalar denizi üzerinde varlığını hissettirirken ada fetihlerimiz de başlamıştı. Rodos Kaanuni zamanında 43 yıllık bir gayret sonunda ele geçirilmişse, Girit’de 25 yıl süren mücadeleden sonra Osmanlı sancağının altında soluk alır oldu. Bunun mühim sebebi de, Hac yoluna çıkmış bulunan Kızlar Ağası Sümbül Ağa’nın içinde bulunduğu gemiye Kerpe adası yakınında Malta korsanları saldırdı. Bu saldırının karşılığı Girit’in feth olunmasını getirdi.
HAVUZ HADİSESİ
Sultan İbrahim bir gün sarayın harem bölümünde çocuklar ile oynamaktayken oğlu Mehmed, yerde kendi kendine oynamaktadır. Padişah ise; dizlerinde hoplattığı, şehzade Mehmed’in dâye’si (süt annesi)nin çocuğuna gülücükler yapmaktadır. Bu sırada salona giren Turhan Valide Sultan durumu görünce sinirlenerek, padişaha: “Efendimiz; kendi çocuğunuz yerlerde, Dâye’nin piçi kucağınızda hoplamakta, bu revâ mıdır?” Diye söylenir. Sultan İbrahim bu serzenişe adamakıllı sinirlenerek, Dâye’nin oğlunu yavaşça dizlerinden indirir. Kendi çocuğu şehzade Mehmed’i kaptığı gibi, büyük salonun ortasında bulunan içi su dolu havuza fırlatıverir. Şehzadenin kafası, havuzun kenarına çarpar ve ömrü boyunca izini taşıyacağı bir yara meydana gelir. Sultan İbrahim çocuğunu fırlattıktan sonra arkasına bakmadan salonu terk etmişti. Oradaki harem efradından biri havuza atlayarak boğulması muhakkak şehzadeyi kurtarır.
Bu Dâye meselesindeki piç kelimesinin dayandığı vak’a şudur: “Kızlarağası Sünbül Ağa, Sultan İbrahim’in tahta geçtiği günlerde dörtyüzelli altuna kendi hizmetine bakmasını temin için bakire bir kız satın alır. Sünbül Ağanın kendisi hadım’dır. Fakat birkaç ay sonra bu cariye bir oğlan çocuk doğurur. Kesin olarak babası Sünbül Ağa değildir, ancak Ağa bu çocuğu evlâd gibi kabul edip sarayda büyütmeğe başlar. O sıradaysa Turhan Sultan, şehzade Mehmed’i doğurmuştur. Bahse konu câriye, şehzadenin süt anneliğine yâni Dâye’liğine getirilir.
İSLÂM DÜŞMANI TÂRİHÇİLERİN İFTİRASI:
İslâm düşmanı tarihçiler, bu çocuğu Sultan İbrahim’in süt anneden olmuş gayrimeşru oğlu diye tanımlarsa da, aslı yoktur ki, iftiradır. Bu müfteri tarihçiler, Avrupa devletlerinde o devirlerde saltanat sahiplerinin klişe dini gereğince papalıktan müsaade gelmedikçe izdivaç yapamadıkları için, aşağı yukarı her saltanat sahibinin hattâ derebeylerin bile klişece tasvib edilmemiş bu yüzden gayrimeşru addedilmiş izdivaçları bolca olduğundan, bizim şeriatımızın, böyle saçmalıklara müsaade etmediğini bilememek veya hanedanın namusuna iftira için bu yolu seçmişlerdir. Eğer bu müverrihlerin söyledikleri vâki olsa, hiçbir şeyden füturu olmayan Sultan İbrahim, o çocuk kendisinin olsaydı, anneyi câriye hükmünden, yaptığı nikâhla kendine hanım yapar, çocuğu da veliaht şehzade olarak ilân ederdi.
Talihsiz Hac Seyahati
Havuza atılan şehzade meselesinin haremde bir tatsızlığı doğuracağı mutlaktı. Bu vaziyeti teemmül eden Sünbül Ağa, Hac farizasını ifa etmek üzere vazifeden affını tâleb eder. Bu müsaade verildiğinde süt anneyi ve çocuğunu da yanına alarak, o sırada Mekke Kadılığına tâyin edilmiş bulunan Bursalı Ahmed efendinin bindiği gemiye binerler. Bu gemiyi, İbrahim Reis adlı işinin ehli ve kahraman bir zât idare etmektedir. Ne var ki Akdeniz’de altı adet gemi karşılarına çıkar. Bu gemiler Malta korsanlarına aittir. Sünbül Ağa bir hadım olmasına rağmen elinde kılıcı olduğu halde dövüşe dövüşe şehid olur. İbrahim Reis de çok geçmeden bu şehidler kafilesine katılır. Bursalı Kadı Mehmed efendi’de ağır yaralı olarak, süt anne ve çocuğuyla beraber esir düşmüştür. Bir müddet sonra, Bursalı Kadı Mehmed efendi esaretten kurtulmayı başarmıştır. Süt anneye gelince çok geçmeden esarette ölmüş, Sultan İbrahim’in bir zamanlar dizlerinde hoplattığı çocuğu hristiyan yapmışlar. Bütün Avrupa efkârı umumiyesine; “Hristiyan Osmanlı Prensi” diye lanse etme yoluna gitmişlerdir. Görülüyorki; insan hayatı ne gibi melcelerden geçmektedir. Padişah dizinde “hoplayan çocuk, annelik ve de kadınlık hislerinin verdiği bir anki kıskançlıkla söylediği tariz edici ifade kaç kişinin hayatında ne mühim değişikliklere duçar olmalarına, sebeb oldu. Bir devlet ana olarak anılsa seza olan Turhan Valide Sultan, her insanın malul olduğu hataları da işleyebiliyormuş.
Şer’den Hayr’a
Yukarıya aldığımız gemi macerası; tabii ki devleti âliyenin kulağına ulaştı. O tarihlerde Akdeniz umumiyetle bir Türk gölü addedilmekteydi. Malta korsanlarının bu cüreti mutlaka cezayla ödetilmeliydi. Çünkü; flaması Osmanlı sancağı, içinde devletin de önemli memurlarından birinin bulunması yeterli harp sebebiydi. Bu noktada gerek Cinci Hoca denilen Şeyhzâde Hüseyin efendiyi ve Silahdar Yusuf Paşayı Venediklilere harp ilân etmeyi tasarlayan padişahı teşvik eder görüyoruz. Tasarlama bu teşviklerle kuvvet bulmuş, hazırlıklara inkılap etmiştir. Tersaneler ve askerlerin faaliyetleri azami şekilde arttırılmış, tarihler 1055/1645 senesini gösterirken üç yüz iki parçalık bir donanma Girid adası üzerine yepyeni bir Kaptanı Derya komutasında süzülmekteyken, az müddet önce de Venediklilere ilânı harb edilmişti. Bu yepyeni Kaptanı Derya’nın adını söyleyerek, okurlarımızın da merakını giderelim. Bu Silahdar Paşalıktan Kaptanı Deryalığa nasb olunmuş Yusuf Paşadan başkası değildi. Devamını haftaya İnşaallah. Fiemanillah.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Metin Hasırcı Arşivi