Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Kâbe’yi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de..! (2)

Kâbe’yi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de..! (2)

Hira Dağı’na çıkmıştık; Müslüman olan herkesin bildiği ya da adını duyduğu dağ, “Nur Dağı.” Hazreti Peygamberin daha 35 yaşlarındayken inzivaya çekilmeye başladığı, tefekkürlere dalıp kendini ibadetlere verdiği, o kutsal mağaranın olduğu yer. Kur’an’ın indirilmeye başlandığı, ümmi Muhammed’e (SAV) “Oku, yaradan rabbinin adıyla oku” diye emredildiği mahal. Mekke’nin 6-7 km uzağında, bir yanı onlarca metrelik uçurum, diğer yanı biraz meyilli ama yine de yaman mı yaman bir yokuş; uzun ve yorucu. Öyle ki o çöl sıcağında tırmanmak için sağlam kalbin, sağlam bacağın yanında iman dolu sağlam bir yürek de gerektiriyor.

Ve birkaç kaya kütlesinin üst üste binmesiyle oluşmuş, ancak bir insanın ayakta durup namaz kılabileceği ve yorulunca da kenarda oturup dinlenebileceği kadar küçük bir mağara. Hücrelerin hücresi; hem yoklukların yokluğu, hem varlıkların varlığı, namütenahi bir mekân.

En tepe noktadan kıvrılıp, hedefe kilitlenmiş bir ruh haliyle, sürünerek on-on beş metre aşağıdaki mağaracığa vardığımızda, dikkatimi çeken sadece, mağaracığın anlatmış olduğum dâhili özellikleriydi. İçeride çok fazla kalamadık tabii. Ama Allah kabul etsin, (iki kişi, belki de üç, dört… bilmiyorum!) sıkışarak da olsa iki rekât namaz kılmak nasip oldu. Kalabalıktık, biraz da itişerek, etrafımıza hemen hiç bakmadan dalmıştık mağaraya. İyi ki de öyle yapmış, yani dışarıda herhangi bir gözlem yapmadan mağaraya girmiş ve bu arada namazımızı da eda etme fırsatı bulmuştuk.

Bazı konuları konuşmak, yazmak hatta ima etmek doğru değildir biliyorum; özellikle de dince, toplumca ayıp sayılan şeyleri. Kişisel olarak günaha girmemek, toplumsal olarak da tekrar gündeme getirmemek babında, “üstünü örtün” der büyükler bu gibi hallerde. Ama öyle durumlar vardır ki üstünü örtmekle işi temize çıkaramazsınız. Dahası giderek rahatsız edici olur; özellikle de o iş baştan yanlışsa, kişisel ve toplumsal temel değerlerinize aykırı ise. O zaman sıkıntılı da olsa konuşmak durumundayız bütün bunları. Yoksa yanlış bir durumu nasıl düzelteceğiz. Hem, söz gelimi bir pislik varsa ve bunun için “üstünü örtelim, ayıbı açığa çıkarmayalım” filan diyorsak, dinimizin temizliğe dair düsturunu nereye koyacağız? Kendimizi sorumluluktan kurtarabilecek miyiz?

…Tepenin etrafı pislik içerisindeydi. Bizim ilk defa çıktığımız ve çıkmakla da öğündüğümüz tepeye, Amerika’nın Coca Cola’sı çoktan çıkmıştı, zahir. Tepenin son noktasında, zemini kayalıklardan oluşan küçücük düzlükteki, tozlu terekler ve üst üste konmuş plastik kasalardan oluşan derme çatma dükkânda, her marka (alkolsüz tabii) içecek mevcuttu. Ve tabii, her yaştan kişinin nabzını 120’lere çıkaran yokuştan, sağlıklı sağlıksız herkesi çıldırtmaya yeten sıcaktan bunalan müşteriler; her dilden, her cinsten, her renkten, her ırktan. Hiç kimsenin samimiyetini ölçemeyiz, buna hakkımız da yok elbette ama çoğu, sergiledikleri tutum ve davranışlarda aynı avam kalıplar içerisinde; sanki medeni bir yaşama hiç ayak basmamışlar gibiydiler. Detaya girmek doğrusu faydasız ve aynı zamanda da rahatsız edici. O kadarını anlat(a)mayacağım.

Doğru dürüst bir çöp tenekesi de yoktu etrafta. Depozitler, ambalaj kâğıtları, naylonlar vs. ya yan taraftaki uçurumdan aşağı atılıyor ya da bahsettiğim o on-on beş metrelik yolun sağına soluna saçılıyordu. Tuvalet ve su mu, onları hiç sormayın; Müslümanın bulunduğu çoğu yerde olduğu gibi maalesef. (Şimdiki durumu tam olarak bilmiyorum, inşallah düzelmiştir)

Kelimenin tam anlamıyla “fena” olmuştum. Tepeye kadar giden yolda, adım başı yolunuzu kesen dilencilerin insanı manevi havadan uzaklaştıran sırnaşıklığı, patika yoldaki (aslında yol mol da değil) tenekeler, plastikler, kâğıt artıklar, elbise parçaları vs. bile canımı sıkmamıştı bu kadar. Belki de benim için hedef yukarısıydı ve o heyecanla, bu can sıkıcı kirlilik dikkatimi çekmemişti.(Suud’ların, Nur Dağı'nı ziyareti bid'at olarak gördükleri için kendi haline bıraktıkları söyleniyor!)

Ama yukarıdaki manzara gerçekten kötüydü. Bu yücelerin yücesi tepede, en kutsal yerde… Bu pislik karşısında, “ben bir insanım” diyenin insanlığından, “Müslümanım” diyenin de Müslümanlığından utanmaması, en azından bir şeyler söyleyip tepki göstermemesi mümkün değildi. Bir yandan Batı’nın mabetlerine verdiği önemi (Sadece Batı da değil aslında, Budizm’de, Şintoizm’de hatta Hinduizm’de de öyle) diğer yandan da bizimkileri düşündüm. Ve oralarda, yakınlarda bir yerden bizi seyreden, “temizlik imandandır” cümlesini düstur edinmemizi salık veren peygamberimizin varlığını hayal ettim. Yerin dibine geçtim; yüzüm kızardı, başımı öne eğdim. Doğrusu hiç de iyi duygular geçmedi içimden Müslüman milleti için. Ama beni asıl yaralayan ve tabir-i caiz değil ama o ulvi mekânda vitesten attırıp kurban kesme cezasına kadar götüren şeyler bunlar değildi.

Tam da bu halet-i ruhiye içerisinde iken pek amansız bir soru, örümcek ağına yakalanan bir arı gibi takılıverdi aklıma: Neden burası, bu tepe, bu mağara?.. Etraf hep tepe, her taraf benzer bir görünüme sahip; o zaman niçin diğerleri değil de, bu? Mesela; Mekke’ye daha yakın tepelerden, daha geniş mağaralardan biri olamaz mıydı peygamberimizin peygamberliğe giden yolda inzivaya çekileceği bu mekân. Hem o zaman, Hz.Hatice anamız da o yaşında, ikide bir onca yolu tepmek, sevgili eşine su, azık, giyecek vs. getirmek durumunda kalmaktan kurtulmaz mıydı? Neden, neden, neden???

Etrafımdakilere sordum; dişe dokunur bir cevap alamadım, hâlbuki hepsi okumuş çocuklardı. Mihmandar hoca efendiye sordum; bir müddet bocaladıktan sonra “burası belirlenmiş bir yer de ondan” dedi. Aslında haklıydı; orası kutsal işaretle belirlenmiş bir yerdi. Ama neden orası?.. Kutsal da olsa, bunun gerekçesine dair aklımıza yatacak, gönlümüze sinecek, dolayısıyla imanımıza güç katacak maddi bir şeyler bulamaz mıydık bu mana ikliminde? Kırıntı da olsa bir iki küçük delil; gözle görebileceğimiz, elle tutabileceğimiz.

İnanıyordum ki vardı. Evet, vardı ama bulamıyordum işte. Yüreğim sıkışıyor, kalbim tekliyordu? Mutmain değildim. Başkaca hiç bir şey de düşünemiyordum. Normal şartlarda, buralardan elde edebileceğim faydayı, alabileceğim manevi payı da kazanamama korkusunu yaşamaya başlamıştım. “Hay Allah, yahu, kafaya böylesine sorular takacak başka yer bulamadın mı” diye kızdım durdum kendi kendime…

Ama Allaha şükür, çok geçmeden rahatladım, attım bu sıkıntıları üstümden. Dağıldı kara bulutlar, bir kuş kadar hafif hissettim kendimi bir anda; kendimce, aradığım cevabı bulmuştum çünkü. Evet, bu mağaracık; dağlarla, tepelerle, kayalıklarla bezenmiş bu coğrafyada, sırf insanın maddi özellikleriyle gezinip, tek tek araştırılıp da tespit edilebilecek bir yer değildi. Mutlaka bir işaretleme vardı ve bu yer, ilahi bir kelamla, çok özel bir yolla muhatabına gösterilmiş “Gideceğin yer, Sana ilk emri vereceğim yer, Cebrail’le buluşacağın yer orası” diye buyurulmuştu. İşte ben orada bunun maddi delillerini gördüm gözlerimle ya da şöyle desem daha doğru olacak; gördüklerimin, bu işaretlemeye dair maddi deliller olduğuna inandım. Neler miydi onlar?
Kısmetse haftaya devam edeceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi