Cenaze buluşmaları ve Türkan Saylan
Bizim geleneğimizde, vefat edenlerle ilgili olarak geride kalan yakınlarına terettüp eden vazifeler, cenazesini yıkatıp namazını kılmak; duâlarla toprağa vermek; hatim indirmek; Yasin, Fatiha, İhlâs gibi sûreleri okumak; mevlid okutmak; borçları varsa ödemek; müteveffanın sevap defterine yazılması ve duâya vesile olması niyetiyle hayır hasenat işlemek gibi maddeler olarak sıralanabilir.
Bunlar içinde en önemlilerinden birini teşkil eden cenaze namazı, tören değil; dinî bir vazifenin ifasıdır. Vefat eden kişiye son vazifelerini yapmak üzere bu namazda buluşanlara o ortam, aynı zamanda kendilerinin de er veya geç ölümü tadacakları gerçeğini daha kuvvetli bir şekilde hissedip ibret dersi alma fırsatını verir.
Hem şairin deyişiyle “bir namazlık saltanat” için tabutla konulduğu musalla taşında bekleyen cenazeye saygı, hem de o ibret dersinin gereği, cami avlusunda ve kabristanda, olabildiğince sessiz ve olgun davranmak; gereksiz sohbetlerden kaçınmak; hele duâdan başka hiçbir şeyin fayda veremeyeceği cenazeyi anlamsız alkışlarla uğurlamak ve oraları ölçüsüz sloganlar atılan, bağırıp çağırılan gösteri ve nümayiş alanlarına çevirmek gibi çiğliklere meydan vermemektir.
Öyle ki, cenaze buluşmalarında tekbir getirilmesi dahi hoş karşılanmaz. Nitekim dindar kitlelerin gönlünü kazanmış maneviyat büyüklerinin, hizmet ve dâvâ adamlarının muazzam kalabalıklar tarafından berzah âlemine uğurlanışı, hep sessiz ve vakur toplanmalarla gerçekleşir.
Üstad Bediüzzaman’ın ve yakın talebelerinin cenaze namazları, bunun en güzel örnekleridir.
Buna karşılık, cenaze buluşmasını, müteveffaya karşı dinî bir görevin ifasıyla tamamen alâkasız bir alana taşımak; ideolojik ve siyasî içerikli bir gövde gösterisi ve meydan okuma fırsatı olarak kullanıp mitinge dönüştürmek çok yanlış.
Hatırlanacağı gibi, faili meçhul bir suikaste kurban giden Uğur Mumcu’nun cenazesi, kahrolası “Kahrolsun şeriat” sloganlarının atıldığı provokatif bir protesto eylemine dönüşmüştü.
Ergenekon operasyonunun 12. dalgasında evi aranan Prof. Dr. Türkan Saylan’ın cenazesinde ise söz sonusu slogan “Ne şeriat, ne darbe” şeklinde nisbeten daha “light” bir niteliğe büründü.
Bu, bir ara Baykal’ın söylediği “ ‘Kahrolsun şeriat’ ifadesi, şeriatı İslâm olarak anlayan halkı incitiyor” tesbitinin mi bir sonucu, bilmiyoruz.
Eğer öyleyse, aynı sakınca, şeriatı darbeyle bir tutan bu şekli için de söz konusu. Darbe, karşı karşıya olduğumuz birçok olumsuzluğun en önemli sebep ve sorumlularından biri. Şeriat ise, en azından halkın öyle gördüğünü kendilerinin de söylediği gibi İslâm. Yani, “Ne şeriat, ne darbe” sloganı, “Ne İslâm, ne darbe” demek oluyor.
Öyle olunca, hem “Biz İslâma karşı değiliz, biz de Müslümanız” deyip, hem de İslâm anlamına gelen veya en azından halkın o mânâda anladığı şeriatı bu şekilde olumsuz bir tepkiye konu etmeyi sürdürmek, anlaşılır bir tavır değil.
Kast edilen şey, dinle hiç alâkası olmadığı halde kendisini “dinî bir kılıf”la takdime çalışan müstebit kafa yapısı ise, ona herkesten önce karşı olanlar, dini doğru anlayan ve şeriatı da “yüzde doksan dokuzu ahlâk, fazilet, ibadet ve ahiret” olarak tarif eden “gerçek” Müslümanlardır.
Bu meseleleri, gözün gözü görmediği ve kimsenin kimseyi dinlemediği, karşılıklı provokasyonlarla ortalığın iyice kızıştırılmaya çalışıldığı bir kördövüşü ortamından çıkarıp, “insan gibi” sükûnetle konuşup tartışabilmemiz gerekiyor.
Bunu başarabilsek, birçok şeyi de çözeriz.
Cenaze buluşmalarını da, halkımızın yaşayış üslûbunu şekillendiren inanç, gelenek ve kültürle, bu üslûptan kopuk veya mesafeli laik dünya görüşü arasındaki derin farkın kendisini gösterdiği platformlardan biri olmaktan çıkarıp hem cenazelerimizi, hem kendimizi rahatlatırız.
Bunları, geçen ay annesini toprağa vermiş bir insan olarak yazıyorum. İnşaallah yerini bulur.