Türkiye’nin yeni yüzyılı
Başbakan’ın seçim sonrası yaptığı konuşma, Türkiye’nin yeni bir yüzyılı idrak ettiğini açıkça ortaya koydu. Bu yeni yüzyıl eskisine benzemiyor. Esasen benzememesi de lâzım! Eğer benzerlik varsa, bu görünüştedir. Görünüşe fazla takılmadan özü keşfetmek gerekir.
İşin elifbasından başlayalım: Osmanlı Devleti miadı dolduğu için yıkılmadı! Emperyalizmin önünde güçlü bir engel teşkil ettiği için yıkılması gerekti! Rusya’da Bolşevik ihtilali olmasa idi, Osmanlı Devleti farklı şekilde yıkılacak ve mirası farklı paylaşılacaktı.
20. yüzyılın en önemli olayı Bolşevik devrimi değil, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılması ve mirasının emperyalist devletler tarafından paylaşılmasıdır. Bolşevik devrimi, içinden çıktığı batı sistemi karşısında fazla tutunamadı, 70 yılda pes etti, dünya sistemini kısa bir süre etkileyebildi. Eğer Osmanlı yıkılması idi, İslâm dünyası dünya sistemini kalıcı şekilde etkileyebilecek potansiyele sahipti.
Bu potansiyeli harekete geçerek güç Türkiye idi. Milli Mücadele’nin başlangıcında böyle bir intiba uyandırıldığı için, İslâm dünyası Türkiye’ye ümit bağladı.
İstiklâl Harbi, bu muhteva ile kazanıldı. Savaş sonrasında ise, bu muhtevadan vazgeçildi. Türkiye’nin yakın tarihini dine karşı tutum belirledi. Türklerin son bin yıllık tarihinin İslamla özdeşleşmesi, üstüne üstlük Osmanlı hakanlarının bütün İslâm dünyasını ilgilendiren “Hilafet” unvanına sahip olmaları, sömürgeciliğin son yüzyılında, bütün sömürge imparatorluklarının hedefi haline gelmelerine sebep oldu.
Batıda, sömürgeciliğinin önündeki tek organize engel olan Osmanlı Devleti yıkılmadan emellerine tam manasıyla ulaşamayacağı kanaati hakim oldu. Osmanlı Devleti hasta olduğu için değil, sömürgecik çarkına çomak soktuğu için ve zamana uymada dinamizm gösterdiği için yıkıldı!
Osmanlı yeniliklere uyum sağlamakta Türkiye Cumhuriyeti’nden çok daha süratli hareket etti, daha başarılı oldu. Telgrafı yer yüzünde ilk olarak kullananan ülkelerden biri Osmanlılardı. (Mesela, Türkiye televizyonu Avrupada yaygın uygulanmaya başlamasından ancak otuz yıl sonra ve sınırlı olarak kabul edebildi). Ulaştırmadan savaş teknolojisine kadar her sahada Osmanlı yenilikleri çok yakından takip etti. Elbette, bütün bu yenilikler ve teknolojiler Osmanlı buluşu olmadığı için ancak bir uygulayıcının başarısı gösterilebildi. Osmanlı’nın sömürge ülkeleri yoktu. Sınırları içindeki bütün coğrafya ana vatandı. Sömürgelerin kaynaklarını kullanarak bir güç olmak gibi bir davası yoktu.
Cumhuriyeti kuranlar, bilim ve teknolojideki geriliği izah etmekte zorlanmıyorlardı. “Din, taassup, cehalet”, bunlar zaman zaman birbirinin müteradifi olarak kullanılıyordu. Özet şuydu: Dinî zihniyet, ilimin gelişmesini önledi, bu yüzden geri kaldık. Müsbet ilime sarılarak (ve dinden uzaklaşarak) bundan kurtulabiliriz... T.C. Bu anlayışı hayata geçirmede hayli başarılı oldu. Fakat, istenilen sonuca bir parmak dahi yaklaşılamadı. Çünkü Türkiye’de ilim zihniyeti yerleştirilemedi. Onun yerine pozitivizmi din haline getiren bir zihniyet yerleşti.
Bu ilkel pozitivizm geçen yüzyılın bir ürünü idi, batıda bu pozitivizmi savunan kimse kalmamıştı, çoktan aşılmıştı. Türkiye’de ise geçen yüzyılın ilkel pozitivizmi tabulaştırıldı, dinleştirildi. Kemalizm bu ilkel pozitivizmi putlaştırarak Türkiye’nin bilim geleceğini kilitledi.
Türkiye’nin 20. yüzyıl yapısını oluşturanlar, Lozan sonrası dini ne yapacaklarını da tartıştılar. Kâzım Karabekir’in anlattıkları konunun hangi zeminlerde ele alındığını apaçık göstermektedir. Yeni Türkiye’yi kuranlar, Hıristiyanlığı kabul etmek dahil bütün olmayacak alternatifleri düşünmüşlerdir. Sonunda elbette Hıristiyan olmak şıkkı seçilememiştir. Fakat, Müslüman olmamak şıkkı “laiklik” olarak ifade edilerek tervic edilmiştir. Din geriletilecektir. Din hayattan silinecektir. Batının İslâmı geriletmek istediği mevzilerle yeni Türkiye’nin kurucularının dine biçtiği alanın örtüştüğünü görmek zor değildir.
Bin yıllık tarihi bir yana bıraksak bile, Türkiye devleti, Milli Mücadele’de kesinlikle dini kimlikle kazandı. Fakat bu kazancın üzerine, dini dışlayan bir sistem kuruldu. Sistem en azından bu bakımdan dine olan borcunu ödemedi.
Tarih gösteriyor ki, bütün borçlar ödenir, bütün alacaklar tahsil edilir. Elbette yeri ve zamanı geldiğinde…
Türkiye’nin din karşıtı eliti, üç nesil sonra, dini eğilimleri açık bir liderin seçimle yönetim hakkını elde ettiğini ve eskiden olsa “devrim” olarak tanımlanacak işler yaptığını gördüler.
Türkiye, yeni yüzyılında kendisine çizilen hudutları aşan bir etkiye sahip olmaya yürüyor. Bunun klasik cumhuriyet siyasetiyle çeliştiği açıktır. Başbakanın seçim sonrasında yaptığı konuşmada ifadesini bulan coğrafya kavrayışı, esasen cumhuriyetçilerin mahkûm ettiği bir kavrayışın geriletilemez bir şekilde avdet ettiğini göstermesi bakımından da bilhassa önemlidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.