Namus elden gitti mi?

Namus elden gitti mi?

Görevini silahlı icra eden kuvvetlerimiz, ne hikmetse, bu temel görev gerecine ‘namus’ gözüyle bakar.

Hatırlarsınız, Kadıköy Bostancı’daki hücre evine yapılan baskın sırasında Emniyet Amiri Semih Balaban şehit düşmüş, telsizini teröriste kaptırdığı iddia edilmişti. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, 28 Nisan günü cenaze töreninde dedi ki: ‘Silah ve telsiz, Türk polisinin namusudur, telsizini teröriste kaptırmamıştır. Teröristin anons ettiği telsiz, kendine aittir.’

Ama işi bilen hiç kimse Cerrah’a inanmadı.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 29 Nisan günü basın toplantısında, Poyrazköy’deki silahlarla ilgili açıklama yaparken, ‘Silah ordunun namusudur’ diyerek envanterde eksiklik olmadığını ifade etti.

İnanan birkaç kişi çıktı ama 14 Mayıs 2009 tarihli MKE raporu, bu cümleyi toprağa gömdü.

Ne oldu şimdi? Namus elden gitti mi?

Elbette, hayır. Ama icra ettiğimiz görevi kutsarken hızımızı alamayıp yanlışa ‘örtü’ yaparsak, haklı olarak, bu soruları sorarlar.

Maalesef, Ergenekon sürecinde birkaç kez aynı hataya düşüldüğünü ve ibret alınmadığı için tarihin tekerrür ettiğini üzülerek görüyoruz.

Allah aşkına, Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nin aynı zamanda Ergenekon sanığı emekli Yüzbaşı Fikret Emek hakkında sadece ‘askeri eşyayı gizlemek’ suçundan 1 yıl 8 ay 25 gün hapis cezası vermesi, ardından iyi hal gerekçesiyle hükmün açıklanmasını 5 yıl süreyle geri bırakmasını izah edebilir misiniz?

Efendim, (askeri) yargı bağımsızdır!

Öyle mi?

O zaman gelin, Genelkurmay’ın son andıçla ilgili önceki günkü açıklamasının 1. maddesini birlikte okuyalım: ‘...Genelkurmay Askeri Savcılığı’na konunun bütün boyutlarıyla soruşturması emri verilmiştir.’

3. maddeye de bakalım: ‘...Bugüne kadar bağımsız Askeri Yargı tarafından uygulanan hukuki süreçler de ortadadır.’

Emirle harekete geçen yargı, bağımsız olur mu?

Başbakan çıksa ve dese ki: ‘Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na konunun bütün boyutlarıyla soruşturması emri verilmiştir.’

Kıyamet kopmaz mı? Yargı ayağa kalkmaz mı? Cüppeleriyle boy göstermezler mi? Barolar havaya zıplamaz mı?

Cevapları benden iyi biliyorsunuz.

2. Ergenekon iddianamesinde durum daha da vahimdir. Soruşturma kapsamında ele geçirilen ‘gizli’ damgalı TSK antetli belgeler için Genelkurmay’ın yaptığı şu yoruma dikkat çekmek isterim: ‘...Sözkonusu belgelerin; Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait belgelerin yazım teknikleri taklit edilerek veya bilgisayar teknikleriyle kurgulanarak oluşturulduğu...’

Yani, Genelkurmay, Ergenekon iddianamesine giren kurumla ilintili hiçbir belgeyi, tıpkı Poyrazköy’deki silahlar gibi üstlenmedi!

Telsize silah gibi ‘namus’ muamelesi çeken Celalettin Cerrah’a öykünürcesine, İlker Paşa da law silahından sonra eylem planını aynı muameleye tabi tutarsa, askeri savcılığın yürüttüğü soruşturmadan çıkacak sonuç tartışmaya açık hale gelir.

Yarın askeri savcılık takipsizlik verip şöyle derse kimse için şaşırtıcı olmaz: ‘...Sözkonusu belgenin, TSK’ne ait belgelerin yazım teknikleri taklit edilerek veya bilgisayar teknikleriyle kurgulandığı...’

Sizce kim inanır? Ergenekoncular hariç, kimse...

O nedenle; silaha, telsize, andıca, eylem planına ‘namusumuzdur’ diyerek kutsamak yanlıştır, bu yaklaşım yanlışa sahiplenme duygusunu güçlendirir. İlla da diyecekseniz, yine lafım yoktur, ama bilin ki, namus, namussuzlara göz açtırmayarak korunur.

Namussuzlara sahip çıkarak değil...

Başbuğ görevden alınmalı mı?

Pazartesi günkü yazımda Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bu eylem planıyla birlikte karar arifesinde olduğunu belirterek, Kenan Evren ve Hilmi Özkök arasında nasıl bir rol modeli belirleyeceği sorusuna cevap aramıştım.

O yazıdan sonra kamuoyuna yansıyan iki önemli ipucu var: Birincisi, Başbuğ’un Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök’e yaptığı sözlü açıklama, diğeri kamuoyuna duyurulan iki sayfalık metindir.

Eksik ve çelişkili kısımlara rağmen, hele 28 Şubat süreci hatırlandığında, yazılı açıklamada ‘demokrasi’ ve ‘hukukun üstünlüğü’ kavramlarına vurgu yapılması önemlidir. ‘Emir’ şeklinde de olsa olayın üzerine gitmek, bir adımdır.

‘Plan için emri kim verdi?’ sorusu karşısında Hürriyet’e yaptığı şu açıklama önemli bir taahhüttür: ‘Bana bu sorunun sorulması bile hakarettir.’

Kişisel kanaatim de Başbuğ’un tıpkı Özkök gibi demokrasiye bağlılık konusunda samimi olduğu yönündedir.

Ne var ki, Korgeneral Galip Mendi’nin cezaevi ziyareti, Başbakanlık çıkarması, MKE’nin Poyrazköy raporunu görmezlikten gelme, Ergenekon dosyasındaki belgelerle ilgili eksik bilgilendirme ve benzeri gelişmeler, Başbuğ’un ‘denge politikası’ uğruna inançlarından taviz verdiği yorumlarını güçlendirmektedir.

‘Başbuğ görevden alınmalıdır’ önerisini besleyen düşünce de budur.

Kabul etmek gerekir, böyle bir öneri; heyecan vericidir, coşturucudur, fantastiktir, öfkeli kitleleri okşayıcıdır, ruha hitap eder, biraz da gaz içerir. Ama devlet yönetmek, çınar ağacı altındaki okey masasında taş dönerken proje üretmeye benzemez.

Evet, hesap soralım, bağcıyı dövmekle üzüm yemek arasındaki hassas dengeyi de koruyalım.


Kürtçe isim için ilk adım

Yer isimlerinin Kürtçe asıllarına dönmesi tartışmaları devam ederken ilk başvuru Mardin’in Midyat’ın Mercimekli Köyü’nden geldi. Mıhellemi Medeniyetlerarası Diyalog Derneği Başkanı Mehmet Ali Aslan ile Köy Muhtarı Bedreddin Demir, Başbakanlık, İçişleri ve Kültür Bakanlığı’na başvurdu ve köyün eski adı Habsunnes’in iadesini istedi. Osmanlı arşivlerinde köyün isminin Habsunnes olarak geçtiği belgesiyle başvurularını yaptıklarını söyleyen Aslan, ‘Habsunnes denilince akla binlerce yıllık tarih, medeniyet, sevgi, saygı, hoşgörü ve kardeşlik gelir. Mercimekli denilince ise akla mercimek ve ottan başka bir şey gelmez. 50 yıl önce birkaç delinin kuyuya attığı taşı 50 yıl sonra sayıları on binleri bulan siyasetçimiz, aydınımız, entelektüelimiz ve bürokratımız çıkaramıyor’ diye konuştu. Muhtar Demir ise köylerinin eski ismine kavuşması için destek beklediklerini söyledi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi