Seçim barajı

Seçim barajı

AKP seçim yasasında değişiklikler öngören kanun tasarısını Meclis Başkanlığına sundu. İçinde, epeyce madde var.
Şimdiye kadar bütün parti liderlerini gereksiz yere mahkemeye düşüren “güneş battıktan sonra seçim konuşması yapma yasağı”nın kalkması.
Sandıkların, içi görünecek şekilde şeffaf olması ve oyların iki, hattâ gerekirse üç defa sayılması.
Ev, işyeri ve araçlara parti afiş, poster ve bayraklarının asılabilmesi. (Asılamıyor muydu ki?)
Siyasî partilere internet ve cep telefonu yoluyla da propaganda yapma imkânının getirilmesi.
Oy zarflarının büyütülmesi.
Oy kullanmak için kimlik no şartının kalkması.
Ve daha birçok düzenleme. Bunların epeyce bir kısmı, yaşanan tecrübelerin ışığında, pratikteki sıkıntıları çözmeye yönelik teklifler. Sanırız, tartışmaya dahi ihtiyaç kalmadan kabul edilir.
Oy pusulalarına liderlerin adının da yazılmasına ilişkin değişiklik ise, çağın ve toplumun gidiş istikametiyle çelişen bir anlayışı yansıtıyor.
Bediüzzaman’ın yüz yıl önce belirttiği gibi, çağımız şahısların değil, şahs-ı manevînin; kişilerin değil, fikir ve programların öne çıktığı bir çağ.
Ayrıca, yıllardır konuşulduğu halde Meclisteki siyasî aktörlerin bir türlü yanaşmadıkları çok önemli ve temel bir değişiklik de bu pakette yok.
Yüzde 10’luk seçim barajının indirilmesi.
Bu baraj da 12 Eylül’ün sayısız marifetlerinden biri olarak otuz seneye yakındır devam ediyor.
Uluslararası boyuttaki küresel ve bölgesel siyaset ve toplum mühendisliği projeleri çerçevesinde kitlelerin medya ve anketlerle yönlendirildiği seçimlerle oluşan Meclise girebilenler de, barajın aşağı çekilmesine ısrarla karşı çıkıyorlar.
Barajın meselâ yüzde 7 veya 5’e düşürülmesi halinde, oy pastasından alacakları dilimin küçüleceğinden endişe ettikleri için bunu yapıyorlar.
Ama gerekçe olarak bunu değil, “siyasî istikrar”ı gösteriyorlar. Adaletsizlik üzerine kurulan bir “istikrar”ın sağlıklı ve kalıcı olamayacağı gerçeğini ise gözardı ediyorlar. Dahası, bugün savundukları barajın er veya geç kendilerini de vurabileceği ihtimalini hiç akıllarına getirmiyorlar.
Oysa 1999 seçimiyle Meclise girmiş partilerin tümünün, 2002 seçiminde—hattâ bazıları yüzde 1-2’lere düşerek—baraja takıldığı unutulmamalı.
Ve halk dilindeki o çok ibretli deyişle, siyasette de “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.”
Siyasette istikrar elbette önemli. Ancak temsilde adalet de “olmazsa olmaz” bir zorunluluk.
Mevcut parlamento için, onu oluşturan seçimdeki oy dağılımından hareketle, “Toplumun yüzde 85’ini temsil ediyor” değerlendirmesi sık sık yapılıyor. Ama yaklaşık üç yıl sonra gelinen noktada seçmen eğilimlerinin aynı şekilde devam edip etmediği bir yana; yüzde 15’in dışarıda olmasını kabullenip savunabilmek mümkün mü?
Yüzde 10 barajının, partileri, BDP-DTP’liler örneğinde olduğu gibi, bağımsız adaylarla girdiği Mecliste parti grubu oluşturma veya seçim ittifakı gibi dolaylı ve zorlamalı yollara yönelterek delinmesi de meselenin bir diğer önemli boyutu.
Ne yazık ki, ihtilâl ürünü yüzde 10 barajdaki ısrardan hâlâ vazgeçilmezken, kısmen telâfi edici bir alternatif olarak zaman zaman telâffuz edilen barajsız “Türkiye milletvekilliği” düzenlemesi de gündeme getirilmiyor. Ve mini anayasa paketinde yer alabileceği söylendiği halde, son haberlere göre, orada da böyle bir madde yok.
Neden? Başbakan mı istemiyor? Eğer öyle ise, yine 12 Eylül ürünü partiler kanununun demokratikleştirilmesini ve lider sultası yerine parti içi demokrasinin ikamesini öngören değişikliklerin de bir an önce gündeme getirilip hayata geçirilmesi gereği, bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Zaten seçim ve partiler kanunları birbirleriyle iç içe. Demokratikleşme adına birine el atılınca, kaçınılmaz şekilde diğeri de gündeme geliyor...
* Aytaç Durak’ın MHP’den zoraki istifası, geçen yıl onu aday gösteren bu partiyi kurtarır mı? Ve Durak önceki dönem de AKP’de değil miydi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi