Çılgın Türkler'in intihar saldırısı

Çılgın Türkler'in intihar saldırısı

Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 85 yıl geçmiş. Bu zaman zarfında birileri için bu ülkenin insanına aşılanacak, bu ülkenin insanını niteleyecek, gelecek zamanlara hazırlayacak, övünülecek tek bir değer kalmış olduğu anlaşılıyor: çılgınlık.

Hatırlarsanız Turgut özakman'ın “çılgın Türkler” isimli kitabı son zamanlarda kabartılmaya çalışılan ulusalcı ideolojinin en önemli referans kitabı olarak bütün rektörlüklerce onbinlerce basılarak üniversite öğrencilerine bedava dağıtıldı. Birçok öğrencinin bu kitabın sayfasını bile açmamış olduğuna eminim, ama 32. Gün, Genç Bakış gibi üniversite salon-tartışma programlarında karşılaştığımız öfke, nefret, hınç ve kin dolu, kendi bildiğinin dışında hiç kimseyi dinlemeye hiçbir niyeti olmayan, dahası kendi ağzından çıkanı kendi kulağının duymadığı öğrenci profiline bakarak bu kitabın tavsiye ettiği “çılgınlığın” fazlasıyla üretilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

çılgınlığa nasıl bir olumlu anlam yüklemiş olursa olsun o kitap, bugün ülkenin milli ideolojisi her türlü hesabın, kitabın, rasyonalitenin ötesine geçmiş, hiçbir analize dayanmayan, hiçbir öngörüsü olmayan, hiçbir anlayışa-empatiye prim vermeyen bir tutumu “övünülesi” bir davranış biçimi olarak kışkırtmıştır.

Cumhuriyet başsavcısının AK Parti hakkında açtığı kapatma davası, delillendirmede izlediği aşırı zorlamalar, AK Parti'ye karşı önceden defalarca dışa vurulmuş kötü-niyet, önyargı ve tabii ki buna rağmen bu işlemi yaparken izlediği bütün yollar ve zamanlama itibariyle tipik bir “çılgın Türk” davranışı. Hiçbir akıl emaresi görünmeyen davranış, tam bir duygusallıkla motive edilmiştir. Sonuçta ne elde etmeyi umarsa umsun onu da elde edemeyecek, beyhude bir çabanın peşinde.

çılgınlığın belki tek masum yanı inanmış olması. Bir intihar bombacısının inancı kadar bir inanç ama… Ne kendisine ne başkasına hayrı dokunmayan bir saldırıyla kendi varlığı pahasına başkalarına zarar vermeyi uman bir davranış.

Sonuçta Türkiye'ye büyük zarar vereceği aşikâr, demokrasiye, halkın moraline, ekonomiye, ülkenin istikrarına, imajına, AB yürüyüşüne hatta ve hatta laikliğe de en büyük zararı vereceği son derece aşikâr bir saldırıdır bu.

Elbette, demokraside kuvvetler ayrılığı ilkesi esastır. Ama bu ilkenin bu ayrı ve özerk kuvvetlerin başındakilerine kendi alanlarında başlarına buyruk olma hakkı doğurmadığı da aynı esastandır. Maalesef son zamanlarda “kuvvetler ayrılığı” bir tür “kuvvetler derebeyliği” gibi anlaşılmaktadır.

Hukukun başındakiler karar yetkilerini kendilerine sınırsız ve keyfi bir iktidar alanı oluşturmuş gibi davranamazlar. Hukukçunun değil hukukun üstünlüğünü gözetmekle yükümlüdürler. Bu da ellerindeki mevzuatı, metinleri olabilecek en tarafsız ve hukuk ilkesini en iyi gözeten bir yolla yorumlamalarıyla mümkün olabilecek bir şeydir.

Oysa hukuk geleneğimizdeki sorun artık hukuk metinlerinin ne dediğinden ziyade bu metinleri kimin okuyup kimin yorumlayacağının daha önemli olmasından kaynaklanıyor. Ne yazıktır ki durum böyledir.

Baksanıza 367 krizi henüz belleklerdeki yerini koruyor. Bu konuda Anayasa'daki ilgili maddenin ne dediği son derece açık olduğu halde, dava sonuçlandığında bir şeyin daha da açık olduğu iyice açığa çıktı: Maddenin içeriğinin ne dediği değil, bu konuda karar verecek olanın kimliği, yani daha açıkçası kimin tarafından atanmış olduğu daha belirleyici oldu.

Başörtüsü ile ilgili Anayasa düzenlemesi yapılırken de olabilecek en açık metin yazılsa bile bunun, bu metin hakkında karar verecek olan “yorumcuyu” bağlayamayabileceğine, o yorumcunun en açık metni bile 180 derece ters bir yorumla tahrif edebileceğine dair bir endişe yasamaya damgasını vurdu. Kitabı tahrif edenlere karşı kitaptan yoksun olanlara karşı, ehl-i kitap olmayanlara karşı gerçekten bu noktada yapacak hiçbir şey yok. Her türlü metin kötü niyetli bir okumaya karşı acizdir.

Yasama ile yargı iki ayrı güçtür, doğru, ama birbirine muhalif iki ayrı parti olmaları şart değildir. Oysa bizde iktidardaki parti CHP olmadığı zaman iki ayrı parti gibi çalışıyor. çünkü yargıda sabık cumhurbaşkanının artık kimseden gizlenemeyen açık bir kadrolaşması hakim.

Anayasa Mahkemesi'ne veya Danıştay'a intikal eden ve iktidar partisi ile CHP arasında ihtilaf konusu olan son davaların hepsinin sonucunu, olayların hukuki veya metinsel içeriğinden ziyade mahkeme üyelerinin kimliği belirliyor.

Bu konuda hiçbir yasal yetkisi olmadığı halde Danıştay, Anayasa'nın serbest bırakmış olduğu başörtüsünü yasaklama illüzyonu yaratan bir kararı “son derece yaratıcı bir yorumla” verebildi. Zaten kafası ve hesapları iyice karışık olan rektörler bu illüzyona kapılıp tekrar aynı safta hizaya girdiler.

Siyasetle bu kadar iç içe olan bir yargıya güvenmemekle, bu yargının çılgınca çıkışlarını eleştirmekten dolayı kimse suçlanamaz.

Yaptıklarına bakarak yapacaklarından endişe duyanları yargıya müdahale etmekle suçlayanlar sadece bu suçun ortaklarıdır.

Onun dışında bu ayıba herkesin en gür sesiyle karşı çıkması, yargının kendine çeki düzen vermesini sağlamak ve gerçekten güvenilir bir yargıya kavuşmak için şarttır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi