Rahat, hazırol!

Rahat, hazırol!

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen ay çıktığı Afrika gezisinin Kongo durağında, oradaki bir Türk okulunu da ziyaret etmiş.

Ve ziyaret esnasında, okul yöneticilerinin öğrencileri Türkiye’de olduğu gibi “Rahat, hazırol!” komutlarıyla hizaya sokması, gezi heyetindeki gazetecilerden Ece Temelkuran’ı rahatsız etmiş.

Ve bunu ilettiği Gül’den şu cevabı almış:

“(Okul idaresine) Telefon edip söyledim. ‘Bunlar hoş şeyler değil, takdir ettiğimiz şeyler değil’ dedim. Çocuklara bir daha böyle şeyler yaptırmamalarını söyledim...” (Habertürk, 19.3.10)

Bu konuşma sonrasında, gezinin müteakip durağında gidilen okulda o komutlar verilmemiş.

Böylece, Afrikalı çocuklar, Türkiye’deki eğitim sisteminde 80 yılı aşkın süredir uygulanagelen kışla düzenini oralara da taşıyan merasim ve ritüellerin hiç değilse bir kısmından kurtulmuşlar.

Darısı “Türkiye’den ithal” diğer garipliklere.

Peki, Afrikalı çocuklara yapılan uygulama için “hoş değil” tepkisi veren ve idarecilerden bir daha böyle şeyler yapmamalarını isteyen Cumhurbaşkanı, aynı şeyin Türkiye’de 15 milyonu aşkın ilk ve ortaokul öğrencisine senelerdir her gün reva görülüyor olması bahsinde ne düşünüyor?

Gül, Millî Eğitim Bakanıyla Müsteşarı ve Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve üyeleri başta olmak üzere, bakanlık bürokrasisine de telefon ederek veya onları Çankaya Köşküne çağırarak, benzer uyarı ve telkinlerde bulunmayı gündemine aldı mı? Almadıysa alması gerekmez mi? Afrikalı çocuklara yapılmasını haklı olarak uygun görmediği bir uygulamadan bizim çocuklarımızın da bir an önce kurtarılması icab etmiyor mu?

Gerçek şu, 21. yüzyılın ilk on yılını geride bırakmış, AB üyeliği yolunda epeyce mesafe almış bir Türkiye’nin okullarında kışlayı andıran görüntülerin hâlâ devam ediyor olması, kesinlikle kabul edilemez, hiçbir gerekçeyle savunulamaz.

Onun için, Gül’ün Afrika’da gösterdiği doğru ve haklı hassasiyeti Türkiye’de de görmek isteriz.

Bu konuyla çok yakından ilgili bir başka mesele, çocukları askerî komutlarla hizaya sokmayı öngören zihniyetin eseri olan ve her sabah okullarda tekrarlatılan o mâlûm “Andımız” metni.

“Türküm, doğruyum” diye başlayıp, “Ne mutlu Türküm diyene” diye biten tartışmalı metin.

Hem içeriği, hem de söyleniş ve söyletiliş biçimi ile, bizdeki dayatmacı zihniyetin tipik marifetlerinden biri olan “Andımız”ın demokratik bir ülkeye asla yakışmadığı, şimdiye kadar devam ettirilip halen de sürdürülüyor olmasının büyük bir demokrasi ayıbı oluşturduğu ve bir an önce kaldırılması gerektiği çoktandır söyleniyor.

Hattâ bunun için Danıştay’a dâvâ bile açıldı.

(Tabiî, Danıştay’ın bu tür konulardaki yaklaşımı ortada iken, meselenin oraya intikal ettirilmesinin ne ölçüde isabetli olduğu ayrı bir bahis.)

Ama burada çok enteresan bir nokta var.

Andımızla ilgili tartışma gündeme geldiğinde Bakan Nimet Çubukçu “Tartışılabilir, değiştirilebilir” gibi ifadeler kullanmışken, metnin iptali için Danıştay’da açılan dâvâda bakanlık adına verilen mütalâa ve savunma tümüyle aksi yönde.

Andımızın “ırkçı” bir metin olmadığının belirtildiği bakanlık savunmasında, Türk ve Türklük vurgularının yalnızca bir ırka özgü ırkçı söylemler olmadığı şeklinde, klasik devlet yorumunu tekrarlayan ifadeler varmış. (Habertürk, 10.2.10)

İçeriğiyle ilgili ciddî sorunlar bir tarafa, böyle bir metnin öğrencilere her sabah toplu halde söylettirilmesinin eğitim psikolojisi ve pedagoji açısından bakanlıkça nasıl savunulabildiğine de aklımız ermiyor. Ve ortaya çıkan tablo, “Siyasî sorumlu ile ‘emrindeki bürokrasi ayrı telden çalıyor” vâkıasına yeni bir örnek daha oluşturuyor.

Bir diğer örnek, bir dönem “Kaldırmak namus borcumuz” dediği başörtüsü yasağını kaldırmayı bir türlü başaramayan hükümetin, AİHM’de görülen başörtüsü dâvâlarında yasağı savunması.

Bunun izahı ne? Siyasetin bürokrasiye boyun eğmesi mi, samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük mü?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi