R. Özdenören

R. Özdenören

Bilincin parladığı an

Bilincin parladığı an

Bilincin parladığı anın zenit noktası onun "Ben kimim?" sorusuna verdiği cevabın isabet ettiği yerde belirir.

Bilincin kendine hazırladığı tuzağın çoğunca farkına varamaması ilginç bir olaydır.

Bir hayvan da, içinde debelendiği tuzağı bilemez. O anda kendisini bilemediği gibi...

Hayvan, içine yuvarlandığı çukurun tuzak olduğunu nasıl bilebilir ki! O, orada ne debelenmekte olduğunu bilir, ne nasıl olup da orada bulunduğunu bilir ve ne de içinde debelenmekte olduğu yerin bir çukur olduğunu bilir. O, çukurun ne olduğunu bilmez. O, içinde bulunduğu hali yaşar, o kadar.

Ön ayağı bileğinden kopmuş bir sığır, ayrı düştüğü sürüsüne kavuşmak üzere elinden geleni yapıyor, koşup duruyordu. Ayağının koptuğu yer de sahibiyle birlikte sürünüyor, sürükleniyordu. Esef ki, her gayretin bir zeval noktası bulunuyor. Bir noktaya geldiğinde hayvan daha fazla dayanamadı, böğrünün üstüne düştü. Silkindi, bir daha silkindi ve ondan ötesi yoktu. O zeval anı, kurtuluşun başlangıcı olarak yalnızca onu seyreden insan için derin bir "Oh!" çekme fırsatı yaratıyordu. İnsan, o acıyı, belki acıyı yaşayan o hayvandan daha fazla içselleştirmeyi başarıyordu.

Kendi benimizi tanımlamak için Descartes'a uyarak biz de: "Düşünüyorum, öyleyse varım" diyebiliriz kolaycacık. Ama "var" olduğunu ileri sürdüğümüz bu varlık neyin işareti? Saussure'cü jargonu kullanırsak, bu var olan, kendini mi işaret ediyordu, yoksa kendinden ötede olanı mı? Başka bir söyleyişle, bu var olan, kendini mi gösteriyordu yoksa kendi dışında –yani dış dünyada, yani kendi beninin dışında- olan bir başka varlığa mı atıfta bulunuyordu?

Eğer bu var olanın bizzat kendini işaret ettiğini söyleyecek olursak, onun yükseldiği zenit noktasından zevale doğru inişe geçtiğini ve nihayet önemsiz bir yıldız parçası halinde sönüp gittiğini müşahede etmekle, fani bir var olana bel bağladığını görmemiz vakit almaz. Fakat işte, tuzak tam da bu noktada ortaya çıkar. Çünkü bu fani var olan, kendinin fani olduğunu fark etmeden fenaya ulaşır. Onun fenaya ulaştığı bu anın içinde, artık, yaşanmış olan hiçbir şey yoktur. O noktada ne yaşanmış olan vardır, ne de bundan sonra yaşanacak olan... Çünkü bu dünyanın hayatı bitirilmiştir ve bir başka dünyaya ait olan yeni bir hayatın içine doğulmuştur. Veya dünyalık bir deyim kullanarak söylersek, yeni bir hayatın içine dâhil olunmuştur...

Bunlar, bir insanın hayatının anlamıyla ilintili karşılaşmalar...

Sartre'a katılıyorum, insan yapıp etmelerinin hâsılasıdır. Ama aynı noktada ondan ayrılıyorum da... Çünkü o, şu sorun cevabını veremiyor: insanın yapıp etmelerinin nihai kaynağı neye dayanıyor? Yapıp etmelerinin kaynağını insanın bizzat kendine yönelttiği buyrukta arayacaksak burada salt bir keyfîlikle karşı karşıya geliriz. Bu yapıp etmelerimizin isabetini sınayacağımız hiçbir nirengi noktası bulmamız mümkün olmaz. Oysa yapıp etmelerimizin mihenge vurulabildiği bir ölçüt bulabilmemiz gerekir. Sartre istediği kadar insan yapıp etmelerinde özgürdür desin. Değil mi ki, insan, bir toplumun içine doğuyor ve o toplumun, o doğmadan önce de uyduğu kurallar var bulunuyor; öyleyse, onun seçmesinin mutlak özgürlükle kaim olduğunu söylememizin imkânı ortadan kalkıyor.

İnsan, son tahlilde, yapıp etmelerinin hâsılasıdır, tamam. Fakat yapıp etmeleri en nihayetinde neye müncer oluyor? Bütün yapıp etmelerimizin sonunda sınanmadan ibaret kaldığını ileri sürebiliriz. Hz. İbrahim'in eyleminde bu belki de salt sınanma olarak tezahür ediyor. Kuran'ın beyanı şudur:

"Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, 'Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?' dedi. O da, 'Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın' dedi." (Kur'an, Saffat/102).

Çocuğunu boğazlama, elbette bir insanın kendi kendine verebileceği bir buyruk olamaz. Kendi kendine çocuğunu boğazlama buyruğunu verenin ancak cinnet geçirdiğine kani oluruz. Oysa Hz. İbrahim aklı başında biriydi.

İş, şu noktaya dayanıyor: ölçüyü, benim dışımda, ötede olan koyuyor. Ben (insan) ona uyuyorum (uymayı kabul ediyorum). Böyle olmayaydı ya cinnet geçirmişlerden olurduk ya da salt canlı olanlar (hayvanat) taifesinden...

Bilinç, işte o anda pırıldıyor ve kendi âleminin zenit noktasına ulaşıyor: insan, insan olduğunu orada kavrıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
R. Özdenören Arşivi