Üniversiteler bilim yuvası mı?..

Üniversiteler bilim yuvası mı?..

Kamuoyunda çoğu kez gündeme gelen kuruluşlardan biri de Üniversitelerdir. Özellikle akademik eğitimin verildiği ve demokratik her türlü tartışma ve araştırmanın yapıldığı yer olarak algılanan üniversiteler ne yazık ki Türkiye’ de arzu edilen düzeyde değildir. Zira üniversitelerimiz ne yazık ki dünyanın diğer üniversiteleriyle kıyaslandığında oldukça başarısız kalır. Hatta bu başarısızlık nedeniyle üniversiteler çoğu kez yüksek lise adıyla anılmışlardır.

İKÖ’ye üye 57 ülke bulunmasına rağmen bu coğrafyalarda toplam üniversite sayısı 5oo civarındadır. Oysa sadece Japonya’da 700,A.B.D’ de ise 5758 tane üniversite bulunmaktadır. Sayısal çokluk o kadar önemli değildir, önemli olan kalitedir ve keyfiyettir denilebilir. Ancak bir ülkenin bilim ve teknolojide terakki etmesi öncelikle okullaşma oranı ile ilgilidir. Batıdaki ve gelişmiş diğer ülkelerde üniversite düzeyindeki okullaşma oranı oldukça dikkat çekici bir seviyede ve de yüksek iken Türkiye’de ne yazık ki Doksan yedi (97)artı Kırk dörttür(44) Yani Devlet Üniversitesi statüsündeki okul sayısı 97 Vakıf Üniversitelerin sayısı ise 44’dür.

2547 sayılı yasa ile 04.11.1981 tarihinde kanun haline gelen ve 06.11.1982’de yürürlüğe giren Y.Ö.K,kurulduğu günden itibaren adeta üniversitelerin en büyük sıkıntısı olmuştur. Zira bir karşılaştırma yapıldığında 12 Eylül öncesi Üniversite başarı grafiği ile 12 Eylül sonrası başarı grafiği oldukça farklıdır. Hataları ve eksik tarafları bir yana ama 12 Eylül öncesi akademik eğitim veren üniversitelerde hem öğretim üyesi hem de öğrenci açısından bakıldığında durum daha iyi gibidir. Çünkü askeri darbe sonrası tüm kamu teşkilatlarında olduğu gibi Akademik alanlarda da postal hayranı zihniyetler yönetime egemen olmuştur.

Rektörlüğe ve dekanlığa getirilen nice kişiler bilimden ziyade askeri vesayeti övmüşler ve milletin adeta gözbebeği olan üniversiteleri emir komuta zinciriyle yönetilen sivil kışlalara çevirmişlerdir. Öte yandan Askeri yönetimi övme konusunda oldukça başarılı olan kişilere de akademik ünvanlar adeta lokma dağıtılır gibi dağıtılmıştır. Hem öyle ki batı dünyasında pek olmayan ama bizde rutinleşen akademik şeref payeleri vermek özellikle 12 Eylülden sonra adeta bir moda haline gelmiştir.Liyakatı olmayan nice insanlara fahri doktorluk veya profesörlük dahi verilmiştir. Yaptığı hizmetlerden dolayı sivil bir insana onursal generallik değil onursal teğmenlik bile verilmezken Türkiye’de ne yazık ki zaman zaman onursal profesörlük veya onursal doktora dahi verilmektedir. Bu aslında ilmin hafife alınmasıdır.Dolayısıyla gerçek akademisyenlere bir saygısızlıktır.Onursal valilik,onursal kaymakamlık olmadığı gibi onursal profesörlük de olmamalıdır.

Sadece Bilim ve teknoloji ile ilgilenmesi gereken nice akademisyenler 12 Eylül askeri darbe sonrası Y.Ö.K mantığı ile hareket edip kendi alanlarıyla değil çoğu kez siyasetle ilgilenmişler ve istisnalar hariç olmak üzere militarist cunta ekibine dalkavukluk etmeye başlamışlardır. 28 şubat sürecinde bu zihniyet açıktan açığa görülmüştür.”Gerekirse bilimsel çalışmaya ara verin ama başörtülüleri, hatta eşi başörtülü akademisyenleri ve dini duyarlılığı olan öğrencileri de izlemeye devam edin” felsefesi oldukça etkili olmuştur 28 Şubat süresince. üniversite girişlerinde ikna odaları kuranlar ve sınıflara ani baskınlar yapıp adeta cüzzamlı arar gibi başörtülü öğrenci arayanlar hep 28 şubat zihniyetinin bir ürünü olmuştur. Tarihe katsayı zulmü olarak geçen uygulamalar da aynı zihniyetin ürünüdür.

Türkiye üniversitelerinde ilmin yerine çoğu kez ideolojik tavırlar ön plana çıkmış ve resmi cunta ideolojisine ve kalıbına uymayan nice bilim adamları da meşhur 1402’ likler namıyla tasfiye edilmiştir. Batı dünyasında eğitim ideolojik değil tam tersine pragmatiktir. Oysa bizde Y.Ö.K’le birlikte dalkavukluk büyük ölçüde prim yapmıştır.12 Eylül 1980 sonrası Dalkavukluk üniversitelerde o kadar yoğunlaşmıştır ki, artık o üniversiteler adeta bir aile şirketine veya çiftliğine dönüşmüştür.Çiftlik ağasına en çok yağ çekenler prof. veya Doç.ünvanlarını kolayca almışlar,hatta bazıları daha da ileri giderek lisans eğitimini yeni bitiren,oğul, kuzen,yeğenleri, ve hatta torunlarını bile üniversite kadrosuna yerleştirmişlerdir.

Bu kadrolaşma çapraz bağlarla daha da kuvvetlenmiş ve adeta manevi bir Çin Seddi gibi tampon duvar oluşturulmuştur. Bu kalın duvar tabi ki hariçten gelenler için konulmuştur. Aile şirketinden(!) gelenler için bu duvarın hiçbir hükmü yoktur.Antik Yunan filozofu Aristo,üniversite kapısına “matematik bilmeyen giremez” derken bizdeki üniversiteler ise neredeyse tam tersini yapmaktadır.Yani,matematik,fizik, kimya,tarih,Arapça,İngilizce vs. bilmese de olur. Yeter ki,bizim,ideolojiden veya bizim cemaatten olsun felsefesi Türkiye üniversitelerinde maalesef premier referans sayılmaktadır.Bu ise insanlık ve bilim adına fevkalade ayıptır.

Sık sık vurguladığımız gibi üniversitelere akademik personel alınması hususunda karizmatik şahsiyetleri tenzih ederiz. Ama insan kaynaklarını değerlendirme açısından çoğu kez istikamet ve liyakat aranmamış, sadece ideolojik akrabalıklar referans kabul edilmiştir. Hele 28 şubat sürecinden sonra “postalcı olmayan akademisyenler giremez” mantığı egemen olmuştur.Böyle olunca yetenekli ve donanımlı birçok kişi üniversitelerden dışlanmış veya beyin göçüne zorlanmıştır. Zaman zaman medya manşetlerine yansıyan ve “akrabayı taalluk üniversitesi “adıyla anılan üniversiteler tespitlerimizi doğrular mahiyettedir.

Liyakatı olmadığı halde böyle bir kadrolaşma yapan zihniyetlerin içinde elbette İlahiyat fakülteleri de bulunmaktadır. 12 Eylül sonrası İlahiyat fakültelerinde bile çoğu kez zulüm egemen olmuştur.Özellikle 12 Eylül vesayetini devam ettirmek ve başörtülülere zulüm yapmak için bazı İlahiyat fakültelerine bile 28 Şubat dönemlerinde cunta karakterli profesörleri atamışlardır.Ve bu atanmışlardan kimileri utanmadan Allah’ın Ayetlerini bile (Nisa Suresi 59) çarpıtmış ve şöyle demişlerdir..”Kardeşim Kur’anda bile Allah’a ve peygambere ve devlete itaat edin Ayeti var.Y.Ö.K dolayısıyla devlet üniversitelerde başörtüsünü yasakladıysa sizin itaat etmeniz gerekir” diyecek kadar konuyu ve Ayeti çarpıtan talihsiz profesörler çıkmıştır.İlahiyat Fakültelerindeki hocaların da belki birçoğu zulümlere sessiz kalmış cuntacı rektör veya dekanların ceberutluğundan çekinerek pasif kalmayı bireysel bir tercih olarak görmüşlerdir. Hal böyle olunca okumak isteyen başörtülü öğrencilerin bir çoğu çeşitli sıkıntılar nedeniyle kişilik erozyonuna uğramışlar ya da bunu içlerine sindiremediklerinden dolayı depresyon dahil çeşitli bunalım nevrozlarına düşmüşlerdir.

İslam anlayışında “Cihadın en faziletlisi zalim sultan karşısında hakkı haykırmaktır. ”(Fethül Kebir1/248) Hadisi Şerifini referans alarak bunu diğer alanlara yaymak varken maalesef ilahiyat akademisyenlerinin çoğu zulme sessiz kalmışlar kerhen de olsa zulüm aktörlerini izlemeye devam etmişlerdir. Zulüm karşısında dik durup istifa eden bilim adamlarını da bu millet hayırla anmaktadır.

Y.Ö.K ile birlikte bilim ve teknolojinin artacağını ifade eden cuntacılar, artık üniversitelerde daha güzel bir eğitim verileceğini ifade ederek gerek öğretim üyesi ve gerekse öğrenci açısından muhteşem hizmetler yapılacağını da iddia ederek akademik kadrolarda piramit sistemini hedef almışlardı. Yani araştırma görevlisi ve asistan gibi kişilerin çokluğu ve ama profesörlerin azlığı hedef yapılmıştı. Oysa mevcut göstergeler tam tersidir. Yani Türkiye üniversitelerinde 2008-2009 akademik yıl itibariyle 13.662 profesör, 7360 doçent unvanlı akademisyen bulunmaktadır. Piramitin zirvesinde bu kadar çok profesör olunca ilgili ve duyarlı vatandaşlar tabi ki merak edip soruyor. Nasıl piramit bu.

12 Eylül sonrası üniversite kampüslerinde en çok görülen yanlışlardan birisi de öğrencilerin yönetim tarafından sık sık alkolizme ve benzeri kötü yollara teşvik edilmesidir. Bu rezaletleri bazı üniversiteler utanmadan internet sitelerinde bile yayınlamışlardır. Sınırsız eğlence ve sınırsız alkol çağrısı ile öğrencilere mesaj atan birçok akademik zevat ne yazık ki ibadet maksadıyla kampüslerde çoğu kez bir mescide bile izin vermemiştir.

Bugün devasa alanları kaplayacak kadar geniş arazisi bulunan nice üniversitelerde inançlı insanların gidecekleri bir mescid dahi yoktur. Amerika’da veya diğer batı üniversitelerinde birçok mabed varken ve Harward gibi üniversitelerde dahi ezan sesi yankılanırken bizde ne yazık ki bunu teklif etmek bile ideolojik zihniyetlerce gericilik sayılmıştır.

Yine Türkiye’de üniversite kampüslerinin çoğuna baktığımızda adeta meteryalist bir hava ile agnostik bir görüntü yansımaktadır. Üniversiteleri bu hale getirenler, oralarda hiçbir dini göstergeye tahammül edemeyenler, bununla da yetinmeyip zulümde sınırları aşarak başörtü yasağını uzak ülkelere kadar taşıyanlar sözde demokrat ama özde postalcı sayılmaktadır.

Üniversite kampüslerinde başörtülü öğrencileri görünce kin ve nefret kusanlara Türkiye’deki karma eğitiminin tam tersi olan ve sadece bayanların gittiği Amerikan Wellesley Üniversitesine bakmalarını tavsiye ederiz..Amerikan coğrafyasında sadece bayanların gittiği üniversite sayısı 84 tanedir.1990 yılında 10.sırada yer alan Wellesley üniversitesi karma yapıda olmadığı için başarısını 1998 yılında 3.sıraya yükseltmiştir.Bu üniversitelerden mezun olan bazı ünlü şöhretler ise şunlardır.İkisi siyasette biri sinema ve ekranlarda ün yapmıştır.Madeleine Olbright,Hillary Clinton ve Ali Mc.Graw

.Bizdeki nice üst düzey yetkililer geçmişte tüm okullara hatta kurslara bile karma zorunluluğu getirmiş ve pedagojik açıdan en büyük darbeyi yapmışlardır.O cuntacı zihniyetler elbette adli mercilere hesap vereceklerdir.Mazlum halktan aldıkları beddualar ise onlar için ayrı bir utanç olacaktır.

12 Eylül sonrası Üniversiteler, az da olsa zaman zaman kısmi düzelmelere sahne olmuş ama 2007 yılının sonlarına kadar genelde sıkıntılara maruz bırakılmıştır. Bırakılmıştır diyoruz zira T.C üniversiteleri GÜRÜZ ve TEZİÇ dönemlerinde adeta tarihin en büyük zulümlerini yaşamıştır. Zaten Y.Ö.K zulmünde en yüksek parametreler bu kişiler döneminde oluşmuştur. Halk iradesinin en yüksek temsil makamı olan Türkiye Büyük Millet Meclisine dahi en ağır saldırılar bu kişiler döneminde yapılmıştır. Hele İlahiyat fakülteleri kurum olarak bu kişiler döneminde sanki top atışına tutulmuştur. İlahiyat Fakültelerinde aynı zamanda ikinci öğretimin yasaklanması ve öğrenci kontenjanlarının yok seviyesine düşürülmesi, Dekanlık makamının bulunduğu ama öğrencinin yıllarca olmadığı İlahiyat fakülteleri bile olmuştur.

Bunca maceralı aşamalardan geçen ve neredeyse millete hep kan kusturan Y.Ö.K ve üniversiteler 2008 başlarında Prof.Dr.Y.Z.Özcan ile daha demokratik ve hukuki bir yapıya büründü ama Y.Ö.K gemisinin kaptan köşküne böylesi bir kişinin gelmesinden rahatsızlık duyan zihniyetler ellerinden gelen her türlü engeli çıkarmaya ve buna da hukuk kılıfı geçirmeye çalışmışlardır. Özellikle katsayı konusunda Y.Ö.K’ün yaptığı pozitif atılımları iptal ettirmek için milletin gözüne baka baka her türlü şaklabanlığı yapmışlar ve konuyu sürekli üst yargıya taşıyıp zulüm korosunda yer almışlardır.

SONUÇ: Seçimlerin yaklaştığı bu dönemlerde devlet otoritesini zaafa uğratmak ve milleti korku ve paniğe düşürmek amacıyla bir kısım üniversite öğrencilerini de sokağa döküp mazideki gibi kaos oluşturma azminde olanları bu millet çok iyi tanımaktadır. Toplumsal fesat oluşturmak ve askeri darbelere zemin hazırlamak için özellikle üniversite öğrencilerini provake edenler geçmişte olduğu gibi günümüzde de bulunabilir.Bunlar bazen bir parti bazen bir dernek bazen da bir vakıf veya değişik S.T.K maskesiyle aynı provokasyonları üniversite dışına da taşıyabilirler.Bu karıştırıcılar yani sosyal mikserler fıtratlarının gereğini yapmaya tabi ki devam edeceklerdir.Özellikle de ulusal barış ve esenliğin ivme kazandığı bu gibi dönemlerde onlar daha da agressif bir hale gelebilir..Hal böyle olunca duyarlı vatandaşlar zaman zaman soruyor! Üniversiteler, gerçekten bilim yuvası mı yoksa postalcı takılan zihniyetlerin aile çiftliği mi? Esasen bilim yuvası olması gereken üniversitelerde kelam ve kalem egemen olmalıdır. Kalem ve kelamdan nasibi olmayanlar, bu yetersizliklerini komplo,iftira,şiddet veya provakasyonla telafi etmeye çalışırlar.Bu da hem insanlık adına hem de bilim adına hassaten ahlak adına fevkalade yanlıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi