Kurban, beşeri düşünceyi nereye çağırır?

Kurban, beşeri düşünceyi nereye çağırır?

Bayrama yaklaştığımız bu günlerde kurbanın anlamı üzerine yine sorular ve vesveseler uçuşacaktır. Doğrusu kurbanla ilgili bilgileri okudukça bu soruların hepsini kurbanın gerçek anlamını herkes için bulabilmesi için, kurban ibadetini tamamlayan bir ön-süreç olarak görmeye daha fazla yaklaşıyorum. Kurban, insanın bütün bu sorularla yüzyüze gelmesinin sağlayan, varoluşumuzun hayatın rutini içinde bir gaflete kurban gidebilmesine karşı rutini hareketlendiren, birçok soru ve sorunla yüzleşmemizi sağlayan mucizevi bir ibadet. Mucizevi yanını görebilmek için tabii ki hayatın rutininin insana neye mal olduğunu veya sorusuz bir hayatın hayat bile olamayacağını idrak etmiş olmak gerekiyor.

Geçtiğimiz hafta Bayrampaşa Belediyesinin girişimiyle yapılmış olan kurban sempozyumundan bahsederken Burhanettin Tatar'ın tebliğinden bahsedeceğimizi söylemiştik. Zamanıdır. Tatar'ın tebliği kurban konusunda geçerli anlayışları sağlam bir İslami-felsefî bakış açısıyla ele alyıo. Tarihte iz bırakmış kültürlerdeki kurbanı açıklamaya çalışan teorilerin, İslam'daki kurbanı anlamlandırma noktasında pek yardımcı olamadığını anlatıyor Tatar. İlkel toplumlarda şiddet ve intikam duygusunu pratik olarak tatmin ederek engellemeye çalışan kurban kısmen "ikame" teorisi ile açıklanıyor. İkame, karşı konamaz ya da sonu gelmez bir potansiyel şiddet durumu karşısında—insanlarla insanlar ya da insanlarla tanrılar arasında—yine şiddete (kurban sunma) başvurarak bir tür barış ya da diyalogun sürdürülmesini anlatır. Tarladaki ürünü Tanrının bollaştırmasını sağlamanın bir aracı veya elde edilen ürünün bir vergisi olarak kurban yine insanlarla Tanrılar arasında bir tür diyalog ve barış tarzıdır. Bu kurban, insanın kendi zaman-mekân çevresiyle uyum içinde yaşayabilmesi için sunulur ve insanın ölüm sonrasına dair her hangi bir kaygısına atıf yapmaz. Aksine kurban edilen şeylerin bir tür dönüşüm neticesinde tüm potansiyelini açığa çıkarabileceği ve bu haliyle insanlarla Tanrılar arasında bir tür aracı ya da ortak dil oluşturacağı varsayılmıştır. Ancak bu insanlar salt beşeri dilin sınırları içinde Tanrı(lar)a seslenme yerine, kendilerini Tanrı(lar)ın huzurunda temsil edecek bir üst düzey sembolik dil oluşturmak istemişlerdir. Kurbanın ölüm esnasında kutsallaşması, onun Tanrı(lar)a onların diliyle seslenebilme gücüne erişmesi anlamına gelmektedir. Böylece kurbanın cansız bedeni, bir tür yeniden dirilişin ve Tanrı(lar)ın maddeye yeniden dokunuşunun sembolü olur. Kısacası kurban, hayat ve ölüm arasındaki döngünün sürekliliğini, madde ile ruh arasındaki uçurumun aşılmasını sağlamak üzere yeryüzünde yaşayanlar adına Tanrılar katında elçilik yapar. Ancak İslam'da kurban bu tür anlama modelleri içinde açıklanamayacak kadar farklıdır. Kurbanı yalnızca Allah'a mutlak itaatin bir sembolü veya insanda varolan şiddet duygusunu bir başka şeye "yansıtarak" insanı terbiye etme vasıtası şeklinde yani yansıtma kuramıyla ele almak tatmin edici değildir. Yansıtma kuramına göre, kurban insanın Tanrı için en sevdiği şeyden bile fedakarlık yapabileceğini veya içindeki şiddet duygusundan arınma arzusunu yansıtan bir tür ayna işlevini üstlenir. Tatar'ın anlattıkları İslam'da kurbanla ilgili genel geçer fikirleri de yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Örneğin bu haliyle yansıtma kuramı özellikle sufilerin 'kalbin temizlenerek Allah'ın tecellisine açık bir tür aynaya dönüştürülmesi' fikrine paralellik arz etmektedir. Bu durumda kurban edilen hayvan, insanın iç dünyasındaki temizlenme iradesini Tanrı'ya kanıtlama arzusunu bir şekilde aksettirerek beşerileştirilmektedir. Oysa, kurbandaki şiddet (kesim) ve ölüm, mahiyeti gereği, tüm rasyonel düşünme yetilerimizin ötesine gider ve derin bir irrasyonel alan ile bizi baş başa bırakır. İnsan bilinci, kurbana uygulanan şiddetin ve kurbanın ölümünün mahiyetini anlayamadığı için kendi bilinçsizlik sınırları ile yüzleşmektedir. Zira insan bilinci, ancak kendi anlama ufku içine çekip tutabildiği şekliyle gerçekleri kavrayabilir. Kurban ise şiddet ve ölüm gibi anlama ufkumuz içine çekilip tutulamayacak iki gerçeklikle bizi yüzleştirerek beşerileştirilememekte, insanın temizlenme iradesini Tanrı'ya kanıtlama arzusunu yansıtan bir aynaya dönüşmemektedir. Yansıtma kuramının en zayıf noktası, kurbanı sanki insanın önceden belirleyebileceği bir planını aksettirebilmesine imkan veren bir organik vasıta gibi tasarlamasıdır. Bu kuram, sanki insanın daha önce planladığı "arınma arzusunun" bu vasıta sayesinde somutlaştığını epistemolojik olarak belirleyebileceğini varsaymaktadır. Kısacası, kurbanı Allah'a mutlak itaatin bir sembolü ya da şiddet duygusundan uzaklaşmanın bir vasatı olarak ele alan yaklaşımlar sanki insan düşüncesinin kendisini kurbanın varlığında yeniden ele geçirebileceğini tasarlamaktadırlar. Oysa düşüncenin tekrarlanabilirliği ile kurbana uygulanan şiddetin ve kurbanın ölümünün tekrarlanamazlığı arasında derin bir uçurum vardır. Kurbanın ölümünün tekrarlanamazlığı, asla beşeri düşüncenin kendisini kurbanın varlığında yansıtma ve orada kendisini yeniden ele geçirme imkanına kavuşamayacağını göstermektedir. Böylece kurbanın hayatının göz önünde elden kayıp gitmesi gibi, insanın "arınma arzusu" elden kayıp gitmekte ve bu arzunun gerçekleşip gerçekleşmediğini ifşa edecek epistemolojik bir ortam oluşamamaktadır. Size nasıl geliyor bilmiyorum ama benim kurbanla ilgili dinlediğim en ufuk açıcı değerlendirmelerden biri bu. Ama bitmedi, sonra devam edelim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi