Cemal Nar

Cemal Nar

Gurbet Kitaptan Ayrı kalmaktır

Gurbet Kitaptan Ayrı kalmaktır

Kahramanmaraş’ın güzel insanlarından Muhterem Mustafa Ramazanoğlu’nu dinliyorum. Merhum Bediuzzaman Said Nursi’yi (rh.a) uzun bir yolculuktan ve aramadan sonra nasıl ziyaret ettiğini anlatıyor. Merhum orada ziyaret yerine eserlerini tavsiye ediyor. Eserlerini ise o zaman (1951-1952) İslahiye’de PTT memuru olan Zübeyir Gündüzalp’dan alması gerekiyor.

Büyük hizmet insanı merhum Zübeyir Bey vaziyeti telefondan öğrenince bizzat Kahramanmaraş’a kadar gelerek hem tanışıyor, hem de Risale-i Nur Külliyatını teslim ediyor.

Bundan sonrası mesleğimiz adına ilginç. Devam ediyor anlatmaya Mustafa Bey: “Benim bir adetim vardı. Aldığım kitabı şehrimizin büyük alimi ve müftüsü Hafız Ali Efendiye (Görgel) gösterip tavsiyesini almadan okumazdım. Yine öyle yaptım. Risale-i Nur’u kucaklayarak müftü efendiye gittim. Etrafında bir cemaat vardı. Selamdan kelamdan sonra maksadımı açtım.

Bana, “kitapları şöyle masanın üstüne koy, bir müddet sonra gel, konuşalım” dedi.

Bir hafta sonra tekrar gittim ve meseleyi açtım. Rahmetli dedi ki: “Bak Mustafa Efendi, bunlar çok kıymetli, şok faydalı kitaplardır, kusura kalma paşam, ben bunlara el koyuyorum, sen kendine git yenisini al.”

Seve seve kabul ettim ve yanından sevinçle çıktım.

Görüldüğü gibi ödünç kitap vermek oldukça riskli bir iştir. Çünkü kitap elden çıktı mı -büyük ihtimalle- bir daha kolay kolay geri dönmez. Kısaca söylemek gerekirse, ödünç verilen eserin yerinde yeller eser.

Oğlu doktor Kâmil Bey'in verdiği bilgilere göre Hâce-i Evvel Ahmet Mithat Efendi'nin son derece zengin bir kütüphanesi vardı. Arapça'yı, Farsça'yı, Fransızca'yı, ve Çerkezce'yi mükemmel bir şekilde konuşan; İngilizce'yi, Bulgarca'yı, İtalyanca'yı, Yunanca'yı da okuyan "Kırkambar" yazarının ambarında türlü malzeme mevcuttu. Ayrıca kendisi büyük kütüphanelere aboneydi. Her hafta dünyanın dört bir yanından gelen kitaplarla, gazetelerle ve dergilerle bu hazine daha da zenginleşirdi.

Diğer kitap düşkünleri gibi Ahmet Mithat Efendi de, kimseye emanet kitap vermezdi. Bu konuda bir taleple karşılaştığı zaman gülümser ve şöyle derdi:

- Ben kütüphanemden dışarıya kitap vermem! Çünkü

onu geri getirinceye kadar zihnim devamlı o kitapla meşgul olur. Ve benim başka işlerle uğraşmama imkân kalmaz. Eğer okumak istiyorsanız buyurun; kütüphanem emrinize âmâdedir. İstediğiniz kitabı çekip okuyun. Fakat alıp götürmemek şartıyla...

Tanıdıklarından birisi, Efendi'nin bu cevabından dolayı darılıp, "Demek bize bir kitabı bile emanet edemiyorsun?" şeklin konuşunca da şunları söyler:

- Hayır, bu konuda bana gücenmeye hakkınız yok. Çünkü ben size değil, bizzat kendime güvenemiyorum. Meselâ, herhalde bir kimse bana iade etmek üzere kıymetli bir kitap verse, ben o kitabı geri veremem. Buna elimin ve içimin bir türlü varmayacağına eminim. Ne yapayım, kitap konusunda böyleyim. Herkesin de benim kadar kitaba âşık olduğunu, kıymet verdiğini umduğum için ödünç vereceğim kitabın geri gelmemesinden korkuyorum. Dolayısıyla kitap vermeyişim, dostlarıma emniyetsizlikten değil, aksine onların kitap sevgilerine karşı duyduğum emniyetten ileri geliyor.

Nitekim, sağa sola verdiği kitapların bir daha geri gelmeyişinden iyice bîzâr olan kitap âşıklarından biri, kütüphanesinin en göze çarpan bir köşesine şöyle bir levha asmış:

Sana yindek nasihatim olsun

Ki ihtiyarınla ateşe girme

Karındaşın da olsa bir kimesne

Öpmek için bile kitabını verme.

(Lâedrî)

Ben de içimi yokluyorum, onları az çok haklı buluyorum. Çünkü nice kitabını böyle kaybetmiş bir felaketzedelerden biriyim. Özellikle öğrencilerime verdiğim küçük kitaplar, miri malı sayıldı ve sanki hiç geri gelmedi. Okunduysa, varsın gelmesin. Onlara helal olsun o kitaplar.

Ama ya büyüklere?

Ne diyeyim, “Ebu Damdama” gözümün önüne geliyor, çaresiz yine helal olsun diyorum. Ancak kabahat bende. Kitabı verirken unutmam sanıyor, bir yere yazmıyorum. Sonra da kime verdiğimi hatırlamıyorum. Sonra da “niye yazmazsın be birader?” diyerek başlıyorum kendime kızmaya.

Yine de itiraf edeyim, bir dosta giden her kitap, hele de takımsa, kara delik gibi boşluk bırakıyor raflarda. Adam “tefsir okutacağım” diye Zuhaylî’nin bir cildini götürüyor. Belki bir yıl, belki iki yıl. Ben her kitaplığa baktıkça, kara bir delik görüyorum orada ve üzülüyorum. Elimde değil işte, üzülüyorum. Nihaet dünya malı ama, kitap kaybı başka bir şeye benzemiyor.

Ayıp da olsa, eksiklik de olsa, durum maalesef bu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cemal Nar Arşivi