AKP ve statüko

AKP ve statüko

AKP’nin seçim beyannamesine ilişkin değerlendirme ve analizlerde öne çıkan vurgu, demokratikleşme eksenli siyasî hedeflerin bir hayli zayıf ve yetersiz kaldığı yönünde.
Ümit İzmen “Siyasî bir vizyonu yok, siyasetçilerin değil, memurların kaleminden çıkmış gibi” dediği beyannamedeki vizyon eksikliğinin en çok AB üyeliği ve demokratikleşme başlıklarında kendisini gösterdiğini yazıyor (Taraf, 18.4.11).
Beyannamedeki yeni anayasa taahhüdünün belirsizliğini eleştiren Gülay Göktürk, meselâ vatandaşlığı Türklüğe dayandıran 66. madde için “Ne olacak?” diye soruyor ve devam ediyor:
“Yeni anayasa nasıl bir vatandaşlık tanımı yapacak? Değişmez maddeler, anadilde eğitim, üniter yapının esnetilmesi, Kürt sorunu? Bu konularda en ufak bir ipucu yok.” (Bugün, 18.4.11)
İktidar sözcülerinin anayasadaki değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddeleri sahiplenen sözlerini hatırlatan Hilal Kaplan, “Anayasasında şahsa atıf yapılan dünyanın üçüncü ülkesi (diğerleri İran ve Kuzey Kore) olmaktan kurtulamayacaksak, yeni bir anayasa yapma zahmetine hiç girmeyelim ” diyor (Yeni Şafak, 18.4.11).
Tarhan Erdem, beyannamenin “merkeziyetçi, kurulu düzeni koruma amaçlı, devletçi bir partiyi tanımladığını” ifade ediyor (Radikal, 18.4.11).
Farklı dünya görüşleri adına dile getirildikleri halde aynı noktalarda buluşan bu eleştiriler, iktidarın son dönemdeki mesajlarıyla da örtüşüyor.
En yakın örnekler, Erdoğan’ın herkese one minute dağıttığı Strasbourg beyanlarında mevcut.
Meselâ “İmralı ile görüşme” bahsinde “Devlet istediğiyle görüşür” dedikten sonra ilâve ediyor:
“Devletin başı iktidardır.” (Milliyet, 14.4.11)
Tek başına bu söz dahi, hem AKP’nin mevcut devlet yapısı ve statüko ile ne kadar bütünleştiğini ortaya koyan, hem de bu parti için hayli zamandır seslendirilegelen “Kendi derin devletini kuruyor” iddialarını bizzat Başbakanın ağzından teyid eden bir örnek olarak yorumlanamaz mı?
AKP’nin, parçalarından biri haline geldiği bu yeni statüko, ilginç çelişkileri de içinde saklıyor.
Meselâ yine Strasbourg beyanlarında ifade edilen “Silâhlı Kuvvetlerimiz sivil iradenin yönetimi altında” sözü ile, TSK’nın Balyoz açıklamasına yönelik yorumların çelişmesi bunlardan biri.
Eğer Genelkurmay gerçekten sivil hükümetin yönetimi altında ise, Başbakanın “yanlış” dediği o açıklama nasıl yapılabiliyor? (Gerçi Erdoğan’ın orada neyi yanlış bulduğu da tam anlaşılamıyor: Açıklamanın kendisini mi, yoksa Genelkurmay’ın resmî internet sitesinde yapılmış olmasını mı?)
Başbakan, komutanların Çankaya Köşkündeki 29 Ekim resepsiyonuna katılmamalarını da “yanlış” bulduğunu, bunu bizzat Genelkurmay Başkanına söylediğini ve ondan “Bugüne kadar olan gelişmeler, bizim alışkanlıklarımız ve mâlûm konular...” cevabı aldığını aktarıp (Sabah, 25.2.11), fazla üzerinde durmadan konuyu geçiştirmişti.
Öte yandan yine Başbakanın “Askerle en yakın çalışan biziz” sözü de, statükonun o ayağıyla kurulan bütünleşmenin bir başka ifadesi değil mi?
Gelinen nokta, AKP’nin Çankaya ve YÖK gibi kritik “mevzi”lere hakim olduğu, AYM ve HSYK değişiklikleri sonrası yargıda da belli bir etkinlik sağladığı ve askerle zımnî mutabakat tesis ettiği bir tabloya işaret ederken, aynı zamanda statüko ile nasıl bütünleştiğinin de fotoğrafını sunuyor.
Eriştiği bu güç ve etkinliği, sistem ve statükoda hukuk, demokrasi ve özgürlükler ekseninde köklü dönüşümler sağlamak için kullanıp değerlendirebilse, hem millet, hem de kendisi için son derece hayırlı bir misyon ve hizmet ifa etmiş olur.
Ama gerek 22 Temmuz sonrasında sergilenen ve yeni anayasayla ilgili olarak Gül’e dahi “Fırsat kaçtı” dedirten beceriksizlikler, gerekse sistemin tümünü demokratikleştirmeye çalışmak yerine, sürekli yeni “mevzîler ele geçirerek” güç ve iktidarını pekiştirmeye odaklanıldığını düşündüren işaretler, bu temennîleri boşlukta bıraktırıyor.
Onun için AKP’nin de statükonun parçası haline geldiği yönündeki görüş giderek güçleniyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi