Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Türkçülük Hareketi Resmî Batılılaşmanın Birinci Koludur

Türkçülük Hareketi Resmî Batılılaşmanın Birinci Koludur

(Ehli bilir ki, bu yazılarla Türkçülüğü gaye edinen münevveranın şahs-ı mânevîleri ve istikâmetlerini “düşman bir ideoloji” olarak görüp gözden düşürmek niyet ve düşüncesi içinde değilim. Zaten vitrininde görünen bâzı itimatlı fikrî şahsiyetlerin yer almasıyla da günümüzde Türkçü hareketin yekpâre bir yapı arz ettiği söylenemez.

Tavrımda “psikolojik” saikler arayanların aksine bu görüşleri serdetmemin sebebi tamamıyla neslimin resmî tarih ve düşüncenin örttüğü veya görmemizi engellediği geç kalınmış bir süreçten sonra sahih kaynak ve şahsiyetlerle buluşmamın neticesidir.

Maksadım, Türkçü hareketin millet ve medeniyet tasavvurunun bir asırdır Batı düşüncesinden tesirler aldığını, günümüzde de bu nakısadan kurtulamadığını, “ağyarını mâni efradını cami” bir şekilde İslâm medeniyet zeminine istinat edemediğini ve bu yapının, sentezcilikle malûl olan milliyetçiliği millet kimliğimizin esası sanan safderun kitlenin kafa karışıklığının devamına sebep olduğunu hüsnükalple anlatmaktır)

Türkçülüğün kültürel bir akımdan fikrî harekete dönüştüğü Meşrutiyet sonrasında Türkçü teorisyenlerden Yusuf Akçura Kahire’de çıkan Türk adlı dergide ve daha sonra İstanbul’da yazdığı yazılarda Türkçülüğün siyasî birliği üstüne fikirler geliştirir. Akçura’nın mensup olduğu Kazan Tatar Türkçülüğü, başta İsmail Gaspıralı’nın öncülük ettiği Rusya’nın Türkî toplumları arasında Pan-Slavizme karşı hayli yayılmıştır.

Akçura, Osmanlı Devleti’nin önünde duran problemlerden hareket ederek Pan-İslâmcılık siyasetinin yanlış olduğunu, Pan-Türkçülüğün Osmanlı Devleti için en uygun bir siyaset olabileceğini savunur. “Tanzimat’la birlikte ortaya atılan Osmanlı millet anlayışındaki kültür, mezhep ve tarihi farklılıklar dolayısıyla Pan-İslâmcılık siyasetinin Osmanlı Devleti’ni zayıflatacağını” ileri sürer.

Ona göre gerçekçi bir siyaset, Doğu Avrupa ve Asya’daki Türk kökenli toplumların güçlü bir Osmanlı Devleti öncülüğündeki Pan-Türkçü Birliktir. Bu birlik içerisinde dinî ve mezhebî değerler değil, laik bir zeminde ortak bir siyasî kimlik teklif eder.

Bu teklif, Rusya karşısındaki Türkî toplumlar için siyaseten doğru olabilir. Ancak, Akçura’nın, Osmanlı Türklüğünün hilafet avantajını ve İslâm toplumlarıyla ortak bir medeniyete dayalı birlikteliğinin sağladığı imkânları, Paris tesiri almış bir aydın olarak inanarak kabullenmesi mümkün değildi. Çünkü Paris’te okuduğu yıllarda sahip olduğu fikirler laik bir zeminde Rus, Alman, Fransız sosyal değer ve sistemlerini ihtiva eden fikirlerdi.

AKÇURA’YA GÖRE PAN-TÜRKÇÜLÜK DİN BİRLİĞİNİ AŞAN VE TÜRK IRKINA DAYANAN BİR ORGANİZASYONDUR

Akçura bu fikirlerini, dağılması mukadder olan Osmanlı bakayası Türk millet yapısına referans olarak teklif ediyordu ki, Türkçü anlayışın problemi bu noktada başlıyordu. Onun Pan-Türkçülük teklifi Türk ırkına dayanır ve ırk kavramı üzerine oluşturulacak bu organizasyon, din birliğini aşan laik bir kavram olup, millet anlayışı romantik Alman “ulusçuluk” teorilerinden tesirler taşır.

Akçura, ırk birliğini Türk kökenli toplumlar arasında değişik devirlerde farklı dinleri benimsemelerine rağmen hâlâ varlığını sürdüren ortak kültürel miras olarak önemli buluyordu. Türk kökenli toplumların ortak ırk kökenini esas almasıyla, Rusya’daki Türkçülerin bir kısmından da ayrılmış oluyordu. Çünkü Rusya’daki Türkçü hareketin içinde önemli sayıda Ceditçi İslamcılığı benimseyen aydın vardı.

Akçura’nın, daha önceden Sırat-ı Müstakim’de dile getirdiği fikirleri hızla değişiklik arz eder. Türk Ocakları gibi kuruluşlar üzerinden Batılılaşma istikametindeki Türkçü fikirlerin muktedir olması için çalışır.

Osmanlı ve İslâm medeniyetinin “çürümüş bir medeniyet” olduğunu söyleyerek, “Garp medeniyetine girilmesi lâzımdır” diyen Türkçülüğün en namlı isimlerinden biri olan Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1923’te yayınladığı kitabındaki şu cümlelerle “İslâm’la Türklüğü telif etme zaruretinden kurtulmanın” sevincini dile getirir ve nasıl bir Türklüğü kastettiğini ortaya koyar:

“Efendiler, milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat adını verirler. Bazı Alman yazarları çok haklı olarak ‘dini ıslahat hareketi milliyet devrinin başlangıcıdır’ diye iddia ederler. Reformasion adı verilen bu bereketli büyük hareket ile Türkler ne kadar çok ilgilense yeridir. (...) Türkiye kuvvetlidir: Batı’dan aldığı fikirler ve müesseselerden dolayı. Türkiye zayıftır: Daha almadığı bir takım Batı müesseselerinden dolayı...” (Dağ Yolu I- s. 135).

Tanrıöver, Lozan öncesinde “din-i İslâm üzere” İstiklâl Savaşı’nı yapan millet hâkimiyetinin devam ettiği son vakitler olan 1922’de Millî Eğitim Bakanı iken “Türklüğümüz din ve lisandan mürekkep bir halitadır” diyordu.

TANRIÖVER: “TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ HER ŞEYDEN FAZLA ŞERİATÇILIĞIN DÜŞMANI OLARAK ORTAYA ÇIKTI”

Tanrıöver, millet ve aydınların “vatan-ı İslâmiyye” üzere birlik olduğu bir zamanda söylediği bu sözlerine zıt olarak bir süre sonra Kemalizm’i de aşan Batıcı bir inkılâpçı olduğunu 1931 Menemen Hâdisesi üzerine yaptığı konuşmasından anlamak mümkün: “Siz Kubilay’ı kanının ufak dalgası üstünde tek başına seyretmeyiniz. Onu en az yüz elli seneden beri devam eden yenilik ve hürriyet mücadelesinin diğer şehitleri ile beraber görünüz. Türk milliyetçiliği her şeyden fazla şeriatçılığın düşmanı olarak ortaya çıktı...” ( Dağ Yolu II, s. 11).

Bu sözlerin, milliyetçiliği İslâm’la telif eden akl-ı selimin kanaat ve fikirlerinde aslâ ölçü olamayacağı açıktır. Anlaşıldığı üzere “ithal metaı” bir zihniyetin kurbanıdır Türkçü aydınlar. Tanrıöver, 1925 yılı Meclisi’nde Batıcı karşıtı bir mebusa şöyle cevap verir ve bu cevabını da memleketin her tarafına tamim edilerek yayınlanmasına karar verir:

“Karşımızdakiler zannediyorlar ki, medeniyet bir kıtadan diğer bir kıtaya geçerken gümrüklere uğrar. (...) O gelen ne? Lokomotif! Buyursun içeri. Bu gelen ne? Dans! Kabul etmiyoruz, kapı dışarı! Medeniyetler bir memlekete girerken gümrüklere uğramaz; şunun bunun mütalâasını almaz, tasvibini beklemez. Garbtan bâzı şeyleri alacağız, bâzılarını almayacağız. Böyle bir şey olmaz” (Türk Fikir tarihi, Y. Bayraktutan, s.180).

Dönemin bütün Türkçü aydınlarında olduğu gibi, Tanrıöver’in de yeni Türklük anlayışına dair tek satır İslâm’dan referans aldığı görülmez. Bütün kaynakları Batı’nın protestan-seküler filozof ve düşünce adamlarıdır. Şu ifadeler onun, Türkçülüğü Batıcılıkta aradığını açıklıyor:

“Rus filozofların, birleştiği bir nokta vardır. Hepsinin ziyasına koştuğu şafak, hak ve adaletin aşkı insaniyet aşkıdır. (...) Onların, insanları merhamete, aşka davet eden felsefesi her köşesinde başını eğmiş bir hcran ve ısdırap hayaleti bekleyen ruhumuzda bitmez tükenmez inikas (yankı) bırakır. (...) Tolstoy’un mesleği, Volter’lerin, Rousseau’ların insaniyet muhabbeti vaz’eden sesleriyle, netice itibariyle hemcins olabiliriz… ”( a. g. e., s. 83).

“TÜRKÇÜLER HEM MİLLİYETÇİ, HEM BATICI OLMAK ÇELİŞKİSİ” İÇİNDEDİRLER

Bu mânada D. Mehmet Doğan’ın tesbitlerinin sahihliği önemlidir: “…Türkçülüğün tarihinden gelen zaaf ve kuvvet mihraklarının tesbit etmek için, raım asırdan önceki yıllara, hattâ geçen asrın sonlarına kadar gitmek gerekmektedir. O zamanlardan beri iki temel çelişki Türkçülük akımının mahiyetini tayin etmiştir: I. Hem milliyetçi-hem Batıcı olmak çelişkisi. II. Hem millî tarihimizden kaynaklanmak- hem İslâmiyetten sonraki Türk tarihini inkâr etmek çelişkisi. Bu iki temel çelişkinin doğurduğu çıkmazlar, ‘Türkçülük’ olarak adlandırılan. Bâzı yönleriyle gayri mütecanis fikir akımını, her vardığı merhalede ikili çelişkiler grubundan birer şıkkın tercihi yönünde bir hesaplaşmaya mutlaka mecbur etmiştir. Birinci grupta yapılan seçimlerde ekseriyetle Batıcılık ağır basıyordu…” (Batılılaşma İhaneti, s. 183-184).

Hiç böyle olmasaydı, Ziya Gökalp, Batılılaşmanın en şedit uygulaması olan 1923 sonrası Kemalist Cumhuriyet “devrimlerinin” “fikir babası” unvanın alır mıydı?:

“Atatürk inkılâbı adıyla tarihe geçen sosyal değişmede Ziya Gökalp’in tesiri pek büyüktür. Gökalp’in fikirlerinin Atatürk’e ne derece mütessir olduğunu anlamak için bu prensiplerle Türk inkılâb hareketini karşılaştırmak gerekir. Gökalp’in fikirlerinin Atatürk’e tesiri milliyetçilik, din ve Batılılaşma sahalarında daha müşahhas örneklerle görülür. Gökalp ile Atatürk’ün millî kültür anlayışları da esasta farksızdır… Gökalp’in dinde savunduğu layiklik fikrini Atatürk aynen kabullenir… Din sahasında Gökalp’in Atatürk’e bir başka tesiri de ezanın Türkçe okunması meselesidir. Gökalp’in Türkçe ezan dileği Atatürk’ün sağlığında gerçek olmuştur… Üçüncü tesir sahası olan Batılılaşmaya gelince, Gökalp Türklerin muasır bir millet olması için Batı medeniyetinin kabulünü gerekli buluyordu…” (Adı geçen eserin s.186’daki (1) no.lu dipnotu “Ercümend Kuran, ‘Atatürk ve Ziya Gökalp’, Türk Kültürü, II/13, 1963, s. 9-129).

Hâsılı, Tek Parti Dönemi’nde Türkçü hareket Batılılaşma yolunda bir vasıta, bir “rezerv” olarak cumhuriyet “devrimleriyle” işbirliği yaptığı âşikardır. Bu özürlü durumdan gününüz takipçilerinin arınmalarını ümit ederken hâlâ fikir ve medeniyet tasavvurlarında yer alan eklektik anlayıştan kurtulamadıkları görülüyor.



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi