Akif Emre

Akif Emre

Mağrip'ten Boğaziçi'ne Endülüs

Mağrip'ten Boğaziçi'ne Endülüs

Bindiğim feribot İspanya kıyılarından yavaş yavaş uzaklaşırken bir yanım hala Endülüs'tü. Tarif Limanının ismi bile Endülüs'ten miras... Daha öncesi Tarık Bin Ziyad, İber Yarımadası'na çıkmadan tam bir yıl önce beş yüz kadar Müslüman öncü kuvvet Tarif'e gelmiş, çevrede keşif çalışmaları yapmıştı. Vizigotların hakim olduğu İber Yarımadası'nda "fetih" için ortamın uygun olduğu anlaşılınca karşı kıyılardan gemilerle karaya çıkılmıştı.

İslam'ın Avrupa'yı keşif kapısından Afrika'ya; Endülüs'ü, medeniyeti doğuran topraklara giderken, hem Endülüs'ten uzaklaşıyor, aynı zamanda da yaklaştığımı hissediyordum. Gemi açıldıkça bir tarafım Atlas Okyanusu diğer tarafım Akdeniz...

Tanca Afrika'dan çok İspanya kokuyordu. Sanki Afrika'ya, Mağrip'e, Endülüs'ü doğuran topraklardan Afrikalı bir coğrafyaya gelmiş gibiydim. Sarı kum rengi Afrika'dan eser yok gibiydi. Yeşil ve yağışlı bir mevsim... Koloni mimarisi binalar, İspanyol etkisini hemen belli ediyor. Daracık sokaklardaki irili ufaklı apartman binaların arasında, Avrupalı tiplere rastlanıyor daha çok.

Modern Tanca'nın genel görünümünde, modern Arap özelliklerden çok geçen yüzyıldan kalma İspanyol sömürge etkisini hatırlatan sıra apartmanlar göze çarpıyor. Arada yükselen minareler köşeli Mağrip tarzı. Kapılardaki at-nalı kemerler Endülüs'ün hala var olduğunu ima ediyor.

Aradığım Endülüs'ün izlerinin Tanca'dan başka şehirlerde daha yoğun olduğunu biliyorum. Söz gelimi, Tetuan: Endülüslü Müslümanların kurduğu şehir... Hala Endülüs soy ismini taşıyan aileler, hafızayı diri tutuyor.

Ama Tanca benim için biraz İbn Batuta biraz İbn Haldun...

İbn Batuta, o evrensel seyahatine son noktayı bu şehirde koydu. Dünyanın en muhteşem, en bilge seyyahının İbn Batuta'nın ayaklarını sabitlediği mekan. Bir an için "dünya sürgünlüğüne" Atlas Okyanusu'nın kıyısında, burada soluklandı.

İlk işim İbn Batuta'nın mezarını aramak oldu. Yaptığım küçük bir araştırma sonunda türbesinin eski Tanca'nın derinliklerindeki yerinin adresini buldum. Bir de küçük fotoğrafını... Birbirine bitişik kapalı, kemerlerle taçlanmış sokaklardan oluşan eski şehrin derinliklerinde yol alırken yakınında olduğumuzu tahmin ettiğim yerlerde kime sorsak bir bilene rastlamadık. Kapalı Çarşı ile meskun bölgenin iç içe geçtiği sokakların kesiştiği yerlerde oluşan meydanlardaki pazarcılara bakarak Tanca'nın kalbine doğru yol aldığımı daha bir fark ediyordum. Garip hasır şapkalarıyla "dağlılar", Mağrip tarzı uzun giysileriyle erkekler... Batılı giysiler içindeki kadın ve erkekleriyle bir geçiş hattı üzerinde olduğunu kavrıyor insan. Doğu ve batı, Afrika ve Avrupa sanki burada buluşuyor.

Bu buluşmanın asıl olmadığını hatırlatan unsur şehrin derinliklerine girdikçe ortaya çıkıyor. Asıl olan Tanca burada. Sora sora labirent gibi iç içe sokaklarda ilerleyerek bulduğum İbn Haldun Caddesi yazan sokağın başındaki türbeyi dikkatli bakmayan fark edemezdi. Beyaz badanalı bu mütevazı yapıyı diğerlerinden ayırt etmenin imkanı yoktu. Ömrünün 30 yıla yakınını seyahatle geçirmiş, bu dünyada "bir yolcu gibi" yaşamış bilge seyyahın izini bulmak, bana sanki "Endülüs ruhu"nun anahtarını bulmuşum gibi hissettirdi.

Bir akşamüstü Tanca kalesinin sahile bakan, İspanyollardan kalma, muhtemelen 19 yy. tarihli, devasa toplarından birinin olduğu surlarda, küçük bir avludan içeri girdiğimde karşılaşacaklarımı gerçekte tahmin bile edemiyordum.

Avluya bakan odalardan birine başımı uzatıp içeri bir göz arttığımda işine yoğunlaşmış, İspanyol görünümlü kıvırcık sakallı birinin elindeki ahşap malzemeyi işemekle meşgul olduğunu fark ettim. Selam verip girdiğimde odanın klasik dönem enstrümanlarla dolu olduğunu, bu görüntüsünden yanılmadığım İspanyol ustanın da eski enstrümanlar yaptığını öğrenecektim. Endülüs döneminde kullanılan enstrümanları imal ediyordu. Ud, kanun gibi tanıyabildiklerimin yanı sıra biçim olarak ilk kez gördüğüm aletler...

Hava karardığında avluya bakan büyükçe bir odada on kadar müzisyen halka olmuştu. Her haftanın Perşembe akşamları bir Araya gelip klasik Endülüs müziği icra ediyorlarmış. Mağrip'te o anda "Endülüs ruhu"na dokunduğumu düşünmekten kendimi alamadım. Muhteşem bir naatla başladı fasıl. Daha sonra insanı alıp bir yerlere, Cebel-i Tarık Boğazı'nın karşı kıyılarına, Gırnata'ya, Kurtuba'ya, Tuleyto'ya götüren bir ahenk... Ya da daha Güneye, çölün derinliklerine... Ama daha çok karşı kıyılara, İşbiliye'ye (Sevilla), belki El-hamra'ya...

Müzik kulağımın hiç de iyi olmadığını itiraf etmeliyim. Ama oldum olası klasik müzik beni cezp eder. Bir an dalıp gittiğim bu iklimden Boğaziçi'ne gittiğimi irkilerek fark ettim. Kendilerinden geçercesine bu canlı Endülüs müziğini icra edenlerin çölden daha çok Gırnata'nın, Endülüs'ün ikliminde gezindiklerinde şüphe yoktu.

O an fark ettiği bir şey, zihnimde bir şimşek çakmasına neden oldu... Bizim klasik Osmanlı müziğine ne çok benziyordu. Klasik Endülüs müziğinin klasik Arap müziği formu içinde kabul edildiği muhakkaktı. Fakat bu dinlediğim müzik Arap müziğinden çok şairin "bizim öz musikimiz" dediği esintiyi taşıyordu.

Endülüs'le Osmanlı arasında bilimsel, kültürel ilişkiler olmuş; oradan çok şeyler almıştı Osmanlı. Fakat müzik tarihçileri, medeniyetimizin iki ucu arasındaki müzik etkileşimi konusunda ne derler? Bir şey dediklerini hatırlamıyorum, ama en azından bu soruya cevap bekleyelim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Akif Emre Arşivi