D.Mehmet Doğan

D.Mehmet Doğan

Şehir ve Sultan

Şehir ve Sultan

Diyarbakır’la ilk yüz yüze tanışıklığımız 1977’dedir...


Tam 35 yıl olmuş. (Bu tanışıklık için Cahit Sıtkı’nın “yolun yarısı” tabirini kullanabilir miyiz? Hiç sanmam! O kehanetin şairi de 46 yaşında terki dünya eyledi!)
Bu sonradan koyma ismi sevmem. “Diyarbekir” demeyi tercih ederim. Artuklular ve Akkoyunlular kara taşlı surlarından ötürü şehre “Kara Amid” derlermiş... Dedem Korkud’daki adı ise Hamid’dir.
Osmanlılar her ikisini birden kullanmışlar. Osmanlı’nın son büyük hattatı Hamid Aytaç da “Amidî”dir, yani Diyarbekirli.
1977’de Ulucami belgeselinin çekimi için gitmiştik Diyarbekir’e. Ulucami minaresinden şehre bakıldığında bir minareler şehri ile karşı karşıya kaldığınızı fark ediyorsunuz.
Sonra “Kaybolan Şehirler” için de Diyarbakır’da epeyce çalıştık. Sıcak bir yaz ramazanına rastlıyordu ve Öğretmen Evi’nde kalıyorduk. Gece sahura kalktık. Kalktığımızla kaldık. Öğretmen Evi’nin yetkilisi kapıları kilitlemiş, evine gitmiş. Biz de su içip niyetlendik!
Diyarbakır, zaman zaman hasretini çektiğim şehirlerden. Kaç şehrimizde o nisbette tarihî derinlik ve zenginlik vardır? Üstüne üstlük, bu tarihî derinliği görebiliyor, hatta dokunabiliyorsunuz. Şehrin surları, cami, han, hamam, medrese gibi tarihî yapıları yanında, güzel sivil mimarî eserleri de cezbedicidir. Ziya Gökalp’in şimdi müze olan baba evi, keza Cahit Sıtkı Tarancı’ların daha gösterişli ve büyük evleri de müze. Şehirde başka güzel evler, konaklar da var elbette. (Şu sıcak yaz günlerinde bu evlerde yaşamanın keyfini güngörmüş şehirliler çok iyi bilirler.)
Bir hayli aradan sonra, 5-6 yıl önce Diyarbekir’e gittiğimde şehrin alabildiğine yayıldığını, eklenen yeni unsurların şehri büyütmekle beraber bütünleştirmediğini hissettim. Bu belki de psikolojik bir durumdu.
Geçen sene tekrar gitmek fırsatı oldu. Dicle Üniversitesi’nin davetlisi idim. Hem üniversite hocaları hem de değerli dost, “Diyarbakır sevdalısı” Mehmet Ali Abakay’la eski şehri epeyce dolaştık. Diyarbakır Osmanlı idaresinin eyalet veya vilayet merkezi olarak çok önem verdiği bir şehir. Bunu yapılarından kolaylıkla çıkarabiliyorsunuz. Şehir kültürünün Diyarbekir’de yüksek seviyede teşekkül ettiği su götürmez. Bunu dilden, mûsıkîden, yetiştirdiği âlim, sanatkâr ve şairlerden çıkarabiliriz. İlk gittiğimizde Şevket Beysanoğlu ile tanışmıştık. 3 ciltlik Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları kitabının müellifi. Galiba 10 yıl kadar önce Ankara’da rahmetli oldu.
Diyarbekir’in geniş surlarının dört temel kapısı yanında bazı ara kapıları da var. Mardin Kapısı, Urfa Kapısı, Dağ Kapısı, Yeni Kapı...
Zihnimden hiç silinmeyen Diyarbekir Beylerbeyilerinin en namlısı Özdemiroğlu Osman Paşa’nın türbesinin bulunduğu semt hangi kapıya yakındı? “Oğrun Kapı” mı, “Yeni Kapı” mı?
Bu surlar mübarek... İslâm orduları galiba “Oğrun (Gizli) Kapı”dan girip şehri fethetmişler. Sultan Alparslan da Malazgirt’ten bir yıl önce buradan geçerken uğur olsun diye surlarını okşamış... Kim bilir, o surlar hâlâ o temasın hatıralarını saklıyordur...
Özdemiroğlu Osmanlı tarihinin unutulmazlarından... Onun idarecilik hayatı 30’lu yaşlarda babasının fethettiği Habeş Eyaleti Beylerbeyliği’nden başlıyor. Afrika’nın şimdi de sancılı Somali gibi bölgeleri onunla sükûn bulmuş. Oradan Yemen Beylerbeyiliği”ne tayin edilmiş. Kıbrıs’ın fethine katıldıktan sonra onu 1573’te Diyarbekir Beylerbeyi olarak görüyoruz. Dört yıl sonra azledilince bir süre buradan ayrılmamış, Karacadağı kışlak edinmiş. Lâlâ Mustafa Paşa’nın Azerbaycan seferindeki yararlıklarından ötürü Şirvan Beylerbeyliği’ne getirilmiş. Bakü’yü ele geçirmiş ve Hazar Denizi’nde donanma oluşturmuş. Osman Paşa, veziriazamken İran seferine çıkmış ve Tebriz’i Safeviler’den almış. Burada rahatsızlanmış. Dönüş yolunda vefat etmiş...
Vasiyeti üzerine cenazesi çok sevdiği atı üzerinde Diyarbekir’e getirilmiş ve daha önceden yaptırdığı türbeye defnedilmiş... (Hakiki Diyarbekir sevdalısı böyle olur galiba.)
Bütün bu hafıza tazelemesi, nadir televizyon seyreden bir vatandaş olarak “Sultan” dizisinin gözüme çarpmasının sonucu. Türkiye’nin güney illeri, Urfa, Gaziantep, Adana ve Mardin tarihî dekorlarıyla ve az veya çok mahalli renkleriyle birçok dizinin konusu oldu. Diyarbakır geç kaldı bu anlamda.
Bunun sebebi, Diyarbakır’ın etnik aidiyet iddialarıyla anılan bir çatışma merkezi olarak algılanması olmalı. Sultan dizisi, kültürel arkaplanı olan insanî, beşerî bir yapım. Çok güçlü oyuncuların rol aldığı, güzel mekânların kullanıldığı, zengin şehir dilinin konuşulduğu etkileyici bir dizi olmaya namzet. Diyarbakır Türkçesi, yabana atılır bir Türkçe değil. Arkaplanda belki Türkmen-Azeri Türkçesi var. Fakat Osmanlı zenginliği, ses ve hançere olarak Arapça, Farsça, Kürtçe ve belki diğer mahalli dillerin mirasını da özümseyerek bir şehir dili ortaya koymuş. Bunu diyaloglarda kullanılan kelimelerden, deyimlerden ve atasözlerinden kolaylıkla çıkarabiliyorsunuz.
Velhasıl: Diyarbakır beşerî yüzüyle güzel!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
D.Mehmet Doğan Arşivi