Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

İsmail’in, Bilge Kişi’nin Kapısında Dilenci Olması

İsmail’in, Bilge Kişi’nin Kapısında Dilenci Olması

İsmail, Bilge Kişi’nin evinin caddeye bakan kapısında oturuyordu.  Arkasında duran büyükçe bir kartonda “Ben Bilge Kişi’nin Dilencisiyim” yazılıydı. Üzerinde her zaman ki kıyafeti yoktu;  eski ve kiri uzaktan bile belli olan pejmürde bir kıyafet vardı. Gelip geçenler kartondaki yazıya bakarak dudak büküp gidiyor, bâzıları da durup okuyor, sonra İsmail’in hüzünlü sîmasına bakıyor ve önündeki mendile para atarak gidiyorlardı. 

      Yanına yaklaştım, “Nedir bu hâlin?” Dedim. Yüzüme baktı. Gözleri çakmaktı çakmaktı, yüzü ateş gibiydi. Bilge Kişi’nin takdir ve himmet etmesi için “yeter çilen doldu” diyene kadar burada dilencilik yapacağını söyledi.

      Önündeki mendile demir paralar atılmıştı. Ham ervaha has bir ifadeyle, “Sen bir Kalenderî dilencisine benzemişsin İsmail, boynunda bir keşkülün eksik, dilendiklerini nereye koyuyorsun” dedim. Ardından “Dilencilik kanuna aykırıdır, cemiyet tarafından kınanacak bir iştir, evine git, yoksa zabıtaya haber verir, seni buradan kaldırtırım” dedim.

      İsmail bir mecnûn, bir divâne gibiydi. “Ben bildiğin dilencilerden değilim, içimdeki nefs-i emmaremi kırana ve himmetimi alana kadar Bilge Kişi’nin kapısında dilencilik yapacağım, açtığım mendile atılan paraları da yoksul talebelere dağıtıyorum” dedi ve bana aldırış etmeden elindeki deftere mısralar yazıyordu.

      Masivadan, malâyanî söz ve uyarılardan âri bir haldeydi. Yüreğinden çıkan hüzünlü bir sesle yazdığı mısraları okudu. “Ehli hâl değilim, esrârı kapalı semânın / Esmâya muhatap âdem olamadım Ali / Pür kusurum hem pişman, şâkisiyim daru’l emânın / Dünyaya yüz üstü düşmüşüm, doğrulamadım Ali / Bunca yıl kapındayım, yine ağyârım Ali / Nâçarım, eşiğinden geçmedi âhu zârım Ali.”

       Onun istiğrak hâlinde okuduklarının mânasına hürmetle kulak verip dinlemeden buradan gitmesini, Bilge Kişi’nin dilencisiyim demenin âdaba uymadığını ve şahsiyetine yakışmadığını söyledim. Dediklerimi dinlemiyordu. Yine mısralar teganni etmeye başladı: “Rind-i Kerbelâ iken dilencisiyim dergâhının / Ahvâl-i arza ne hâcet, müşkilim sana âyandır / Meczûbuyum, hayrânıyım ilm-i ledün mâhının / Ahâli ta’an eylemiş, hâlim ehl-i irfâna tuğyandır / Kuşatılmış sadrım, hem zebûnum, dermânım Ali / Nedâmetten melâmete kalbet fermânım Ali / Mâsiva pazarında rüsvâyım, gönül âyinem kırıldı / Azatsız köleni gör, kaç efendiye satılmışım Ali / Unuttum erkânı, sıdk u sıfatım özümden ayrıldı / Yüzgeri etmeden sor, kaç kapıdan atılmışım Ali / İkrârımdan hezâran dönmüşüm, arsızım Ali / Aramam senden gayrı melce’, umarsızım Ali.”

      Ne yapacağımı bilemiyordum. Gelip geçenler bize bakıyorlardı. İsmail, mısralarını vecd hâlinde hüzünlü sesiyle acıklı bir konuşma şeklinde okuyordu. Sonra birden durup yüzüme baktı, eriyen bir mum gibiydi yüzü. “Bilge Kişi, Mecmaü’l Bayreyn Ali’dir ki iki denizin karıştığı yer mânasındadır, gönüllerin toplandığı, biriktiği ve kavuştuğu yerdir, yani Mecmaül Ali’dir” dedi.

      Neler söylüyordu İsmail? Sözünün gücünden dilim boğazıma aktı. Onu ham bir dille ikna  edemeyeceğimi ve dilencilikten muradını anlayamayacağımı hissettim ve “Allah’aısmarladık” diyerek eve yürüdüm. Âlimlerin kitaplarında dilencilik neymiş öğrenmek istedim. Dilenciliğin tasavvuf ve tarikat yolunda mürşidin tavsiyesi ile nefsi tezkiye etme usullerinden biri olduğunu, bâzanda kalbine vehbî ilham gelen bir kişinin servet, makam gibi imkânları terk-i diyar ederek dilenciliğin zilleti altında nefsini öldürmek ve benliğini kırmak için dervişâne bir şekilde dilencilik etmeye başladığını öğrendim.

     Ehl-i tasavvuf olanların hayatlarını okuyunca anladım İsmail’in Bilge Kişi’ye niçin dilenci olmak istediğini. Ahmet Yesevî’nin “Elli beşte (yaşında)  didar için dilenci oldum / Kavruldum yandım yokluğa erdim” mısralarını okuyunca, İsmail’in dilencilikten maksadını anlayamamış olmaktan dolayı yandım yakıldım. Geç kalmışlığın mahcubiyeti içinde seher vaktine kadar dilenciliğin asıl mânası üstüne öğrenip kalbime yazdıklarımdır aşağıdaki satırlar.

      İslâm toplumunda dilenciliği maddî bir meşgûliyet hâline getiren tarikat ve dervişliğin yasaklandığı mâlûmdur. Hz. Mevlâna’nın “Biz kendi dostlarımıza dilencilik kapılarını kapadık, dostlarımızın ticaret, kitabet (kâtiplik) veya her hangi bir el emeği ve alın teri ile geçinmelerini temin etmeleri için peygamberin: ‘Gücün yettikçe istemekten sakın’ sözünü yerine getirdik” sözünü hatırlamak gerek.   

      Fakat tasavvuf tarihimiz, mürşidlerin tavsiyesi ile enaniyet ve benliğin kırılması için dilencilik yapan nice devletlü ve beyzadelerin hayatlarıyla doludur. Tâcı tahtı bırakıp bir şeyhin dergâhına gelerek “Ben dilenciliğe ve horluğa geldim. Elimde zembil kapı kapı gezip dilencilik edeceğim. Halktan kötü sözler duysam da dilencilik yolundan başka yol tutmayacağım. Hakk’ın buyruğu, tâcı tahtı bırakıp dilenci olmamı istiyor, ben nasıl beylik edeyim?” diyen hükümdar hikâyeleri kıssa kültürümüzün bir parçasıdır.

     İslâm’la bütünüyle bir olduğumuz asırlarda, âlimlerin ifadesiyle “yola giren padişaha dilencilik yaptırılırmış, intisab etmek isteyen vezire sokaklarda sakatat sattırılırmış. Devletlûya ve ilim erbabına tekkenin helâları temizlettirilirmiş. Mürşidler, birinde kibir ve benlik görürse, çarşıya çıkıp önce dilencilik yapmalarını emrederlermiş.”

     Divan Şiiri’nde âşık bir dilenciye benzetilir. Divan şairleri kendilerini aşk yolunda bir geda, yani dilenci sayarlar. Meselâ, Divan şairi Aşkî,: “Şeh-i iklim-i aşkam itibârum seyre manidir / Gedâ şeklinde anınçün dolandım ben bu bâzârı.” Diyor ki: Aşk ülkesinin pâdişâhıyım ama, itibarım aşk ülkesinde dolaşmama engeldir. Kılık değiştirip dilenci gibi dolaştım.

     Nev’î de “Bu ne sırdur ki cihan mülkine virmez sorsan / Bir geda devlet-i ışk ile Süleymanlığını.” Cihan hükümdarı Süleyman sıfatıyla aşkın sırrına varılmaz, bu aşk öyle bir kapısıdır ki ancak dilenci mütevazılığı ile varılacağını söylüyor.  

      Tasavvuf anlayışında bir imtihan olarak dilencilik, Allah karşısında hiçbir şey olmadığını bilme yoludur.  Hiçbir şey olmanın yoludur dilencilik.  Elbette bu noktada dilencilik derviş ve fakirlik mânasındadır. Olgunlaştırmaya ve kibri yok etmeye yöneliktir.  Derviş, tasavvufta mânevî "muhtaç, yoksul ve dilenci" mânasına geldiği içindir ki İsmail’in, Bilge Kişi’nin kapısında dilenci olması da bu istikâmettedir.

      Ehlinin bildiği bir hâdisedir. Akşemseddin, Akşemseddin Hoca olmadan, yani bir mürşid elinde derviş olmadan önce “Ak Hoca lakabı ile şöhretli bir medrese âlimiydi.” Tasavvufa merak sarar ve mürşid bulmak için Ankara’ya gider. Hacı Bayram Veli Hazretlerinin dergâhını bir esnafa sorar. Esnaf, “Şu gördüğün dilenci Hacı Bayram Veli’dir.” Akşemseddin şaşırır, “Niye dilencilik yapıyor, çalışsın kazansın” der. Esnaf,  “Onun bütün müridleri dilencidir. Onlara dilenciliği Hacı Bayram Veli yaptırıyor” der. Akşemseddin bunun hikmetini anlamaz ve ona mürid olmaktan vazgeçer. “Dilencilik de neymiş” diyerek, Kars’ta başka bir mürşid olduğunu öğrenir, “Bari ona mürid olayım” der.  Yolda bir handa uyurken rüyasında boynunda bir zincir takılı halde bir istikâmete sürüklendiğini görür. Kendini çekenin Hacı Bayram Veli olduğunu anlayarak geri döner ve ona mürid olur.

      Ebu Bekri Şiblî bir şehrin valisi iken bu makamı terk ederek, Cüneyd-i Bağdadi’ye gelir ve müridi olmak istediğini söyler: “Sizi hikmet incilerinin mürşidi olarak tavsiye ettiler. Lütfen bana da bir tane verin ya da satın” der. Cüneyd-i Bağdadi: “Satmak istesem bedelini ödeyemezsin. Ücretsiz versem değerini anlayamazsın. Benim yaptığımı yap. Denize dal ve bir inci bulana kadar sabırla bekle” der. Şibli, müridi olmak için ne yapması gerektiğini sorar.  O da, “Gidip bir yıl boyunca sülfür satmasını” tavsiye eder.

      Şibli döndüğünde, Cüneyd-i Bağdadi bu gayretinin ona yalnızca kötü şöhret bir kazandırdığını ve ticareti öğrettiğini söyler. Şimdi gitmesini ve bir yıl boyunca dilenmesini ister. Şibli bir yıl sonra döndüğünde “Şimdi kendi değerini anlıyorsun. Başkalarının gözünde hiçbir değerin olmadığını gördün. Şimdi eski vilayetine dön ve vali olarak yönettiğin insanlardan af dile” der. Şibli, yanlış davrandığı bir adamın evi kalana kadar bütün evleri tek tek dolaşarak af diler. Ancak o bir adamın izini bulamaz. Sonunda yüz bin dirhem sadaka dağıtır.

     Ancak kalbi huzur bulamaz.  Dört yıl sonra Şibli, Cüneyd-i Bağdadi’yi tekrar ziyaret eder.  Şeyh, onun içinde hâlâ bir ihtişam ve gurur izinin durduğuna işaret eder ve bir yıl daha dilenmesini söyler. Her gün dilenerek kazandığını şeyhine getirir ve o da yoksullara dağıtır. Bir yıl daha geçince, şeyhi sonunda Şibli’yi derviş olarak kabul eder ve bütün dervişlerin ona hizmet etmesini emreder.  Bir yıllık hizmetten sonra Şibli’ye kendi hakkında ne düşündüğünü sorar. Şibli: “Kendimi Allah’ın yarattıklarının en aşağısı olarak görüyorum” der.  Şeyhi Cüneyd-i Bağdadi, “Şimdi imanın tamamlandı” der.

      İlim sahibi de olan Şibli’nin cesaretini esas alacak kaç insan çıkabilir modern zamanlarda?  İsmail, bir deneme yapmak istedi hiç olmazsa.   

      Şairlerin büyük atası Fuzûli üstadımız da tasavvufî mânada kendini derviş, yani dilenci saymıştır: “Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem.”

      Diyor ki: Fakirim, fakat padişah gibi bir fakirim. Bir dilenciyim, fakat muhteşem bir dilencisiyim.  İskender Pala’nın ifadesiyle “Bu benim dış görüntüm, suretim, madde olan yanımdır; oysa içim, ruhum ve mana olan yanım senden daha zengin, daha ihtişamlı!.. Evet ben bir gedayım (dilenci), ama mazlum bir geda!.."        

     İsmail’in dilenciliği de böyleydi; yani dervişlik mânasındaydı. Bilgi Kişi’nin kapısında ilim ve irfan gedası olmak ve kalbini bir dilenci torbası gibi açarak Bilge Kişi’ye sunmak istiyordu. Dilencilikten niyetini, Hâfız-ı Şirâzi’nin sözünde aramak gerek: "Mutluluk nedir bilir misin? Sevgilinin yüzünü görmek / Padişahlığı, onun sokağında dilencilik yapmaya tercih etmektir.”

     Aşk kapısına bir dilenci gibi varmak, Bilge Kişi’nin kapısında durup himmetini dilencilik yaparak almak istiyordu. Hâsılı, muhteşem ve cesur bir dilenciydi, dilenciliğine gıbta ettim.

     Gördünüz ey azizan! Demek ki her Müslüman ömr-ü hayatında bir mürşide, bir Bilge Kişi’ye dilenci olması gerekmiş.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi