İbrahim Kiras

İbrahim Kiras

Sanatın dini, mezhebin milliyeti

Sanatın dini, mezhebin milliyeti

Avrupa’da kuzey ile güney geçmiş asırlarda bugüne göre çok daha uzaktı birbirine. Kuzeyde Germen kökenli topluluklar, güneyde Latin asıllı kavimler yerleşikti. Her ikisi de Hind Avrupa kökünden olmakla birlikte, zamanla dilleri de kültürleri de farklılaşmış iki ayrı insan topluluğu. Gerek coğrafya ve iklimin gerekse etnokültürel faktörlerin tesiriyle, örgütleniş tarzları da farklıydı. Güney’de Roma tecrübesi ve dolayısıyla devlet geleneği vardı. Batı Roma’nın dağılmasının ardından merkezi yönetim büyük ölçüde çözülmüş ve yerini merkezkaç nitelikteki feodal yönetimlere bırakmış olsa da bu coğrafyada merkeziyetçi eğilimler pek gündemden düşmemiştir. Kuzeyde ise merkeziyetçiliğin bir siyasi eğilim haline gelmesi için ancak burjuva sınıfının belirli bir aşamada önce ulusal pazara, ardından standart bir vergi ve gümrük düzenine ihtiyaç duymasına kadar beklemek gerekiyordu.

Yalnız siyasi örgütlenme alanında değil, dini organizasyon yöntemlerinde de kuzey ile güney arasında ciddi farklılıklar gözlemliyoruz. Güneyde merkeziyetçi ve hiyerarşik olarak örgütlü bir Kilise varken, kuzeyde bağımsız kiliseler görüyoruz. Ama burada Reformasyon sonrasından söz etmiyoruz henüz; Hıristiyanlık öncesinden söz ediyoruz. Kilise hiyerarşisine yabancı olan Germen kavimleri (İngilizler, Hollandalılar, Almanlar İskandinavlar vs.) Hristiyanlığa geçtiklerinde böyle bir yapıyla tanıştılar.

Pagan devirlerde Güney’deki Latin kavimleri arasında mevcut olan “teşkilatlı dini yapı” Vatikan’ın Roma İmparatorluğu bünyesinde yer alışı dolayısıyla kuzeydeki Hristiyanlaşmış Germen topluluklarında da hâkim oldu. Hem de çok uzun bir süre. Reform Çağına kadar.

Protestan reformunun gerçekleştiği coğrafyanın Germen kavimleri haritasıyla neredeyse birebir aynı olması tesadüf olmasa gerektir. Hakeza Kapitalizmin, rasyonalist bilimsel zihniyetin ve sanayi devriminin de beşiği bu bölge oldu.

Aslında burjuva sınıfının ilk baş gösterdiği coğrafya kuzey İtalya şehirleriydi. Kapitalist nitelik taşıyan ticaret modelinin ilk nüvelerinin görüldüğü bölge de burasıydı. Ancak kapitalizmin gelişmesi ve bugünkü anlamına kavuşması Avrupa’nın kuzeyinde, Germen bölgesinde gerçekleşti. Bunun sebebi bugüne kadar layıkıyla cevaplanabilmiş değildir.

Biliyorsunuz, geçen hafta da değinmiştim, Weber kapitalizmin ruhunun Protestanlıkta yattığını düşünüyordu. Buna mukabil Sombart burjuva sınıfının oluşumunda ve kapitalizmin doğuşunda birçok faktör olduğunu, bunlardan birinin de “etnik faktör” olduğunu söylemişti. İlk başta insana rahatsız edici gelen, ırkçılık çağrıştıran bu tezin aslında toplumsal kültürlerin ve dolayısıyla zihniyet yapılarının öneminin altını çizdiğini düşünmek lazım.

Katolik Kilise doktrini imanlı bir Hristiyanın cennete gidebilmesi için dünyadayken erdemli ve namuslu bir hayat sürmüş olmasının yetmeyeceğini, cennetin kapılarını açtırabilme gücüne sahip olan azizlerin (evliyanın) buna aracılık etmesi gerektiğini söylüyordu. Kilise’den para karşılığı alınan endüljans bu aracılığı sağlamanın en emin yollarından biriydi. Buna karşı Martin Luther kişisel kurtuluş için kişisel inancın yeterli olduğunu savundu. Böylece milyonlarca Hristiyanın gönlünden geçenin tercümanı ve bilahare onların rehberi oldu. Ama önemli olan şu ki Luther’in peşinden gidenler yalnızca Avrupa kıtasının belirli bir kısmındaki toplumlardı. Kilisenin yapısından veya Katolik doktrindeki problemlerden yalnızca belirli bir etnokültürel grubun rahatsız olup diğerlerinin bunları umursamaması ilginç olsa gerek.

(Germen kökenli Frankların adını taşıyan, Britonların ve Galyalıların ülkesi Fransa başlangıçta Reform hareketine katılmadı ama 1789 Devrimi’nin ardından Katolik Kilisesi’ne yönelik en acımasız saldırının zemini oldu.)

95 Tez müellifinin yolunu izleyenler arasında Albrecht Dürer de vardı. Ama Dürer aslında Martin Luther’in manifestosunu Wittenberg’de bir kilisenin kapısına asmasından önce de bu yolun yolcusuydu. Hatta Protestan reformunu hazırlayanlar arasında onun da adı geçer. Gombrich bunu çok kesin bir ifadeyle söylüyor: “Orta Çağ’ın sonlarına doğru Almanya’da yaygın bir şekilde hüküm süren kilise kurumlarına karşı duyulan genel hoşnutsuzluğu, Dürer’in hayal gücünün ve halkın onun sanatına olan ilgisinin körüklediği ve sonunda Luther’in Reformlarının patlak verdiği konusunda hemen hiç kuşku yok gibidir.”

Luther’in davası ruhban sınıfının otoritesinin yerine kutsal kitap metninin otoritesini yerleştirmekti. Yaratıcıyla aramıza aracı sokmak doğru değil, Kutsal Kitabı okumak ve anlamak için de aracıya ihtiyaç yok diyordu… Ne var ki yorumlanmaya ihtiyaç duyurmayan bir kutsal kitap metnindeki bütün ifadeler literal anlamıyla kabul edilmek durumundaydı. Protestan teolojisinin gün gelip tıkanacağı yerdi burası. Tıpkı Kuran’daki “Allah’ın eli” vb. ifadeleri sözlük anlamlarıyla kabul etmek gerektiğini savunan Vahhabiler ve diğer benzer gruplar gibi…

Ama bu ayrı bir mesele… Burada değinmek istediğim, Luther’in vazettiği bu fikriyatın da yansımalarını Dürer’de görebilmemiz. Nürnbergli ressamın “Dört Havari” adını taşıyan -aslında biri İncil yazarı Yuhanna olmak üzere üç havari vardır burada; ayrıca dört kanonik incilden bir diğerinin yazarı Markos- tablosu Protestan inancının manifestosu mahiyetinde bir eserdir. İki kanatlı panelin alt kısımlarında Luther’in Almanca İncil çevirisinden alıntılar yer alır ki bunlar insanların içine düştükleri hataları eleştiren ifadelerdir. Yani “İncili anlamak veya kurtuluşa ulaşmak için hiçbir insanın aracılığına güvenme, Tanrının sözünün muhatabı doğrudan sensin” mesajı… Diğer yandan, Havarilerin ellerinde tuttukları İnciller ve bu arada tabloda konumlanışları, yüz ifadeleri vs. yüzyıllardır tartışılan ve değişik yorumlara konu olan detaylar.

Fırsat bulursak, bir ara bu detayları da konuşuruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İbrahim Kiras Arşivi